TARİHTE KARGIN KÖYÜ
Türkler’in tarihçe bilinen yurtlarını, çok sonraları Moğolistan denilen ülkenin denilen ülkenin batı kesimi teşkil ediyordu. Bu kesim aşağı yukarı doğuda Tula ve Tüngelik’in yukarı boylarına, kuzeyde Baykal, Kem ırmağı ve Tannu (Ola) dağlarına, batıda Altaylar’a ve Güneyde de Gobi çölüne kadar gidiyordu. Türk soyunun en eski temsilcisi Hunlar burada yaşadılar. Onları Sien-piler ve Juan-Juanlar izlediler. (Bunların Moğol asıllı oldukları kabul edilmiştir.) Sonra Gök Türkler geldiler. Gök Türkler devrinde, Tokuz-Oğuz, On Uygur, İki Ediz; izgil, Tarduş ve Tölis gibi Türk Budunları da (Budun:Aralarında töre, dil ve kültür ortaklığı bulunan boy ve soy bakımından da birbirine bağlı insan topluluğu. Kavim.) burada oturdular.
Gök Türkler, devletlerini kurduktan (551) pek az sonra batıda feth ettikleri yerlerin geniş bir bölümünde de yurt tutmuşlardı. Yeni göçlerle batıdaki Türk yerleşmesinin sınırları genişledi. Öyle ki X.yüzyılda Türkler’in ezici çokluğu Doğu Türkistan’dan Hazar Denizi’ne uzanan geniş bölgede yaşıyordu.
Fakat, tarihi Türk yurdu, yani Batı Moğolistan kesimi, bize göre, Türk soyunun ilk yurdu değildi. Türkler’in en eski yurtları kuzeyde, Sibirya’da, Baykalgölü ile Angara ve Yenisey ırmakları arasındaki bölge idi. Türk soyu orada milattan yüzyıllar önce avcılıkla geçen bir hayat sürdürdü. Sonra kopmalar ve göçmeler başladı. Bu kopma ve göçmeler zaman aralıkları içinde oluyordu. Ana kitleden bilhassa sıkıştırma yüzünden kopan bir küme aşağıya yani güneye göç edip orada bozkır hayatına alışıyordu. Hunlar bozkıra inen ilk küme veya kümelerden biri idi. Gök Türkler devrindeki tarihi Türk yurdunda gördüğümüz Türk budunları da yine ilk yurttan aşağıya inmiş budunlardır.
VI.yüzyılda Türkçe konuşan budun (=kavim) lardan ancak biri Türk adını taşıyordu. Bu Türk budunu, adı geçen yüzyılda Türk ve Moğolaleminin hakimleri, Juan-Juanları yenerek Çin seddinden Hazar Denizi’ne kadar uzanan pek geniş bölgede bir imparatorluk kurmak sureti ile hemen bütün Türkçe konuşan budunları idareleri altında topladı. Bu husus Yakın-Doğu’daki Türk adına, Türkçe konuşan bütün budunları yani kavimleri içine alan umumi bir anlam kazandırdı. Fakat Türk sözü ilk zamanlarda bizzat Türkçe konuşan budunlar arasında böyle geniş bir anlamı taşımadı. Türkler bilhassa Müslüman olduktan sonra yakın doğulu kavimlerden Türk adının bu geniş manasını öğrendiler.
Gök-Türk imparatorluğu idaresindeki Türk budunlarından biri de dokuz boydan müteşekkil ‘Oğuzlar’ idi ki, VII.yüzyılın ikinci yarısı ile VIII.yüzyılın birinci yarısında Tula ırmağı boylarında yaşıyorlardı. ‘Dokuz-Oğuzlar’, Türk budunun yanında Doğu Gök Türk devletinin dayandığı ikinci bir unsur olarak görünüyorlardı. Bunlar Gök-Türkler’in siyasi halefleri olan Uygurlar devrinde de aynı mahiyette bir rol oynadılar. Dokuz Oğuzlar’ın akıbeti meçhuldür. X.yüzyılda Seyhun kıyılarında yaşayan Oğuzlar başka bir el (Budun=kavim) olup Batı Gök Türk topluluğu olan On Oklar’a mensup idiler.
Seyhun Oğuzları, başka bir Türk eli (kavmi)’nin kendisiyle mukayese edilemeyecek derecede cihan tarihinde pek mühim bir rol oynamışlardır. Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarını onların kurduğunu söylemek elverir. Diğer taraftan Oğuzlar, Moğol istilasından sonra kavmi varlığını tarihi hatıralarını ve harsını (Kültürünü) korumak bakımlarından Türk âlemini temsil eden biricik kavim olmak vasfını da taşımaktadır.
Uygur, Karluk, Kıpçak ve diğer Türk kavimleri Moğol istilası üzerine varlıklarını devam ettirememişler, Moğol boyları ile karışıp kaynaşarak yeni kavimler meydana getirmişlerdir. Bu yeni kavimlerin dili Türkçe ise de tarihi hatıraları, askeri teşkilat ve bir çok gelenekleri Moğol vasıflarını taşıyordu. Bugünkü Doğu-Türkistan Türkleri, Özbekistan, Kazakistan, Kara-Kalpak halkları İdil Boyu Türkleri, kısaca Orta Asya’daki Türkler’in ezici çoğunluğu işte bu Türk-Moğol karışmasından meydana gelmiş yeni kavimlerin torunlarıdır.
Bilhassa ticari münasebetler sebebi ile X.yüzyıldan itibaren aralarında yayılmaya başladığını bildiğimiz İslamlığın XI.yüzyılda Oğuzlar’dan ezici çoğunluğun dini haline geldiği görülür. Bunun sonucunda Oğuzlar’a XI.yüzyılda TÜRKMEN adı verilmiştir ki, bu ad aşağı yukarı iki asır sonra her yerde Oğuz’un yerini almış ve Oğuz sözü destanlar ile hatıraları yaşatılan ataların adı olarak Türkmenler arasında uzun müddet yaşamıştır.
Oğuzlardan 15-20 bin kişilik ordu çıkarabilecek bir küme 1035 yılında Horasan’a geçmek zorunda kalmıştı. Bu bölge ise zenginliği, askeri ve mülki teşkilatının mükemmelliği ile yalnız İslam aleminin değil, dünyanın en kudretli devletlerinden biri olan Gazneli imparatorluğuna ait idi. Bu Oğuzlar Selçuklu ailesinin idaresi altında beş yıl süren devamlı ve çetin bir mücadele sonucunda Gazneli imparatorluğunu yenerek Horasan’da devletlerini kurdular. (1040 tarihinde ve 16.000 atlı ile). Ancak fevkalade kelimesi ile vasıflandırılabilecek olan bu hadisenin baş kahramanı, fikirleri ve icraatıyla Selçuk’un torunu Çağrı Bey idi. Selçuklu devletinin hakimiyeti çok kısa zamanda Bizans imparatorluğu hudutlarına kadar uzandı. Bu başarıda Seyhun boyundaki büyük Ana Oğuz kümesinden birbirini izleyen dalgalar halindeki kümelerin İran’a gelmeleri pek mühim bir amil (Etken,Faktör) olmuştur.
Oğuz Türkleri’nin İslam aleminde görünmeleri gerçekten bu alem için mutlu bir olaydır. Çünkü, bu esnada Yakın Doğu İslam Alemi, Bizans İmparatorluğu karşısında kendisini müdafaa edemeyecek bir durumda bulunuyordu. İslam alemi manen böyle çürümüş idi ki, 3-4 bin kişilik bir Oğuz bölüğü tek başına Filistin ile Suriye’nin mühim bir kısmını kolayca eline geçirmişti. Doğu ve Güney-Anadolu’daki Müslümanları çıkararak Ani’yi (Kars’ın Doğusunda) Antakya, Urfa ve Lazkiye’yi geri almış, Haleb bölgesini de nüfus ve hakimiyeti içine dahil etmiş bulunan Bizans’ın yeni bir hamle ile Suriye ve hatta Mısır’a da hakim olarak İslam aleminin başına daha büyük felaketler getirmesi her an beklenebilirdi. Arab unsurunun kendisini toparlayıp Bizans’ın yeni saldırışlarını karşılayabilmesi, ancak belki ikinci bir peygamberin çıkması ile kabil olabilirdi. Bundan ötürü Oğuz Türkleri ile İslam alemi kendisini Bizans’a karşı koruyabilecek yeni ve gücü tükenmez bir unsura kavuşmuş oldu. Gerçekten yakın doğu İslam aleminin bu yeni Müslüman unsurunu yalnız Bizans tehlikesini geri atmakla kalmayarak, arablar’ın bir türlü yapamadıklarını da başarıp, Anadolu’yu fethetmiş ve Bizans’ı bir daha İslam alemine tehlikeler yaratmayacak bir duruma düşürmüşlerdir.
Arablar’ın hem Emeviler, hem de Abbasiler devrinde bir çok defa bizzat halifelerin kumandasında muazzam ordular halinde gelip de bir türlü alamadıkları Anadolu, Malazgirt savaşının galibi Alp Arslan’ın 1071 yılındaki zaferinden sonra takip eden 8-10 yılı içinde baştan başa açılmıştı. Fethi müteakip ülkenin her tarafı Oğuz kümeleri ile doldu. Bunlar Türkistan ve İran’da yaşayan eldaşları tarafından daima besleniyor ve yeni gelenler ile sayıları daima artıyordu. Fetihten sonra Anadolu ile Türkistan arasında bir göç kanalı oluşmuştu. Bu kanal XIII.yüzyılın birinci yarısının ortalarına doğru Türkistan, Horasan ve Azerbaycan’dan Anadolu’ya birbiri arkasından kalabalık Türkmen kümeleri gelmeye başladı. Böylece Oğuzların ezici çoğunluğu Anadolu’da toplandı. Seyhun boylarındaki şehirlerde ve köylerde yaşayan oturak Oğuzlar’ında eldaşlarının yaşadığı emin bir ülke olması gibi sebeplerden dolayı Anadolu’ya geldikleri ve sonuç olarak Anadolu’nun pek büyük bir kısmı XI.yüzyıldan başlayıp XIV.yüzyıla kadar süren yoğun göçler her bakımdan bir Oğuz (Türkmen) ülkesi vasfını aldı ki, bu hususu XIV.yüzyıldaki yabancı müelliflerde açıkça fark etmişlerdi. Oğuzlar Anadolu’ya gelirken maddi ve manevi harslarını da (Kültürlerini) beraberinde getirdiler. Mezarı Sir Derya boylarında bulunan Dede Korkut’un manevi şahsiyeti bile, destanları yanında; Anadolu’ya geldi. Oğuz Türkçesi birçoklarının sandığı gibi, Anadolu ve İstanbul’da değil, daha buraya gelmeden önce, Türkistan’da iken bu günki hususiyetlerini taşıyor ve orada da Türk lehçelerinin en incesi ve en zarifi şeklinde vasıflandırılıyordu.
Bu vesile ile şu durumu çok kesin bir gerçek olarak söylemek gerekir ki, Oğuzlar’ın Anadolu’ya getirdikleri kültürleri ve bu arada her türlü gelenekleri bütün hususiyetleri ile zamanımıza kadar kuvvetle yaşayıp gelmiştir. Günümüzdeki Anadolu Türkleri’nin de ataları olan Oğuzlar’ın kültürleri ruhi davranışları ve antropolojik vasıfları hakimdir. (Bugünkü Anadolu Türkleri’nin ruhi davranışları da ataları Oğuz Türkler’ininkinden, farksızdır. Anadolu Türkleri sakin görünüşlü, serin kanlı, duygularını pek belli etmeyen insanlardır; asık suratlı olmayıp güler yüzlü ve tatlı bakışlıdır; çabuk kızmazlar ve birden farlayıp sönmezler. Halkın tabiri ile Anadolu Türkü’nün kolayca “damarı tutmaz” yani derhal sinirlenmez fakat “ayranı kabardımı” kasırga gibi eser, önünde durulmaz. Tıpkı Oğuz yiğitinin “acığı tuttuğunda katı taşı kül eylediği” gibi.. onların başlıca vasıflarından biri de kin tutmamalarıdır; öç alma duyguları da önlenemez bir aşırılıkta değildir; çabuk barışırlar; merhamet duyguları da kuvvetlidir; şaka ve latifeden hoşlanırlar; gerçekçi insanlardır, yani akılları hislerine hakim olabilir; öğünme duygularında da aşırılık görülmez; onun için başkalarının meziyet ve kabiliyetlerini inkar etmezler. Anadolu Türkleri ruhen infıratcı (infırat=topluluktan ayrı durma) değil cemiyetçidir; toplu yani bir arada yaşamaktan hoşlanırlar; milletlerine bağlı ve yurtsever oldukları da gerçek bir vakıadır. Konuk ve yardımseverlikleri sadece insansever olmalarından ileri gelir. Avrupalı, Asyalı ve Afrikalı insanlar arasında da fark gözetmez. Yüz şekli ve beden yapılarına gelince, onlar umumiyetle düz kara saçlı, ela gözlü, yuvarlak yüzlü, düz burunlu insanlardı; aralarında mavi gözlü olanları az veya nadirdir; bu gibilere çok defa bu vasıfları bir sıfat olarak verilir. (Gök Mehmet = mavi gözlü Mehmet, Gök kız = mavi gözlü kız) pek çoğunun cildleri beyazdır; yüz ve ellerindeki esmerlik, güneş yakması ile ilgilidir. Boyları ortadan uzun olup, gövde kısmı alt tarafa nazaran kısa değildir; onun için at üstünde heybetli görünürler ve rahatça ok atarlar ve kılıç sallarlar.
Moğol istilası, eski Türk alemini tamamen ortadan kaldırdığı, Türkistan ve Orta Doğu’da korkunç kıyımlar meydana getirdiği gibi, mamur ve müreffeh Anadolu’nun da ızdıraplı bir devir geçirmesine sebep olmuştur. Bununla beraber Moğol istilası ve hakimiyetinin Batı Türklüğü bakımından birçok müsbet mühim neticeleri de görülmektedir. Evvelce de işaret edildiği gibi, Oğuz yahut Türkmen kavminin Türkistan ve İran’da yaşayan kümelerinin pek çoğu bu istila sebebi ile Anadolu’ya gelmişti. Bu suretle Anadolu, maddeten ve manen Oğuz Türklüğü’nün yurdu vasfını kuvvetli bir şekilde kazandı. Diğer taraftan Moğollar kendileri ile birlikte başka Türk kavimlerine mensup pek çok insanı da getirmişlerdi ki bunlarda yakın Doğu Türklüğünü kuvvetlendirmişlerdir. Üçüncü olarak Yakın-Doğu’da Türk Kültürünün Fars ve Arab kültürleri yanında üçüncü bir kültür olarak kuvvetle var olması da Moğol hakimiyeti devrinde görülmektedir. Bu arada İran’daki Moğol sarayında kuvvetli bir Türklük şuuru doğmuş ve bunun sonucunda meydana getirilen eserler, Batı Türkler’i yani Türkmenler’de kavmi duyguların daha şuurlu ve daha yaygın bir hale gelmesinde mühim bir amil teşkil etmiştir.
Türkmenler, yani Türk Göçebe toplulukları Anadolu’da Moğol hakimiyetine karşı her yerde yılmadan mücadele etmişlerdir. Çünkü, onlar yerleşik Türk unsurunun aksine mücadele için gereken teşkilata, inzibat ve savaşçılık ruhuna sahip idiler. Yerleşik Türk halkına gelince, bunların aralarında birleşip kuvvetli bir mücadele cephesi vücuda getirmeleri mümkün olamıyordu. Şayet Türkmenler olmasa idi Anadolu’daki Moğol hakimiyetinin çok daha uzun süreceği muhakkak olduğu gibi, memleket harici istila ve fetihlere de her zaman açık kalacaktı.
Oğuz (Türkmen) asıllı Osmanlı hanedanının Anadolu’da yaptığı iş Bursa’dan Boğaziçine kadar olan Marmara bölgesini fethetmesidir. Osmanlı hanedanı tarih sahnesine çıktığı zaman Anadolu’daki Türk cemiyeti çoktan her şeye sahip bir topluluk haline yükselmişti. Bu hanedan Türk cemiyetinin başına geçince orada her şeyi hazır buldu. Osmanlılar batıda, Rumeli yakasında fetihlerde bulunurlarken doğuda da Kara Koyunlular Timur’un istilası ile geciken İran istikametindeki fetihlerini XV.yüzyılın başlarından itibaren tahakkuk ettirmeye giriştiler. Böylece Anadolu’dan her iki yönde fetih yolu ile yayılma hareketleri yapılmaya başladı.
Askeri sahada olduğu gibi, mülki idarede de mükemmel bir teşkilata sahip bulunan Osmanlı devleti Balkanlar’a devamlı, düzenli ve gelişmiş bir hayat getirmişti. Oradaki Hıristiyanlar da bundan geniş ölçüde faydalandılar. Türkler Rum-eli’nde yoğun bir şekilde bilhassa Varna, batıda Tatar-Pazarı ve güneyde Kavala arasındaki bölgede yurt tutmuşlardı. Bunlar işaret edildiği gibi, Batı Anadolu, Marmara bölgesi ve Orta Anadolu’dan gelmişlerdi. Bu gelenler arasında da Ak Koyunlu obaları gibi, toplulukların da bulunduğunu biliyoruz. Balkanlar’a gelişin hatırası Rum-eli Türkleri arasında unutulmayarak zamanımıza kadar yaşamıştır. Adı geçen bölge hemen her bakımdan Anadolu’nun uzantısı mahiyetini almıştı. Burada da Anadolu’da olduğu gibi şehir ve köylerdeki Türkler’in yanında, göçebe yaşayışı sürdüren ehemmiyetli sayıda Türkler vardı ki, bunlara da Yörükdenilmekte idi. Rum-eli’nde Yörükler, türlü kollara ayrılıyor ve yaşadıkları bölgelerin adları ile anılıyorlardı: Tanrı Dağı Yörükleri (Gümülcüne, Karasu; Yenicesu, Drama ve Kavala’da), Nal-Döken Yörükleri (Bu günkü Bulgaristan’da), Selanik Yörükleri (Makedonya ve Taselya’da), Vize Yörükleri (Vize, Lüle-Burgaz, Çorlu ve Hayra-Bolu), Kocacık Yörükleri (Edirne, Kırklar-Eli, Babaeski ve bugünkü Bulgaristan’ın bazı yerlerinde)
Osmanlı devletinin, Kuzey-Afrika İslam ülkelerini Avrupalıların istilasından kurtardığı bir vakıadır. Şayet bunda başarı göstermese idi, kuvvetli ihtimal ile şimdi oraları Hıristiyan ülkeleri olarak görülecekti. Ne Arab unsuru ne de Berberiler, İspanya’yı olduğu gibi Kuzey-Afrika’yı da koruyabildiler.
Kuzey Afrika’daki üç ülke Cezayir, Tunus ve Trablus, Türkler tarafından Ocak adı verilen askeri teşkilatla idare edilmiştir. Bu ocaklara alınacaklarda aranılan en mühim vasıf, onların Anadolu Türkü olmaları idi. Arablar ve Berberiler Ocaklara alınmadıkları gibi, Babaları Türk ve anaları yerlilerden olanlarda yüksek memuriyetlere çıkarılmıyorlardı.
Ocak, ihtiyaçları olan Türkleri Batı ve Güney Anadolu’dan temin ediyorlardı. Bu maksatla gönderilen heyetler, Batı Anadolu’daki şehir ve kasabaları dolaşarak pazar yerlerinde: “Yorulmadan akça kazanmak, terlemeden ölmek isteyenler bayrağımız altına gelsin” sözlerini nida ettirip asker devşirirlerdi. Bu gidenler arasında saz şairleri de bulunuyorlardı ki, söyledikleri Türkçe şiirler zamanımıza kadar gelmiştir. Cezayir ocağının reisine verilen “Dayı” ünvanı da Anadolu Türkleri’nin tanımadıkları büyüklerine, annelerinin kardeşlerine olduğu gibi dayı demelerinden ileri geliyor. Yüzyılımızda Batı Anadolu’da Orta Anadolu’dan gelene işçilerin başında bulunanlara verilmiş olan “Dayıbaşı” sözü de aynı telakki ile ilgilidir. Böylece Batı ve Güney Batı Anadolu, babayiğit evlatlarının mühim bir kısmını da, çoğu veya hepsi bir daha dönmemek üzere uzun bir zaman Kuzey Afrika’ya göndermiştir. Bu gün bile Anadolu’da “akşamdan Cezayir’e giden çok olur” şeklinde atalar sözü hala söylenir.
Osmanlı devletinin giriştiği uzun süren harblerde yenilgilere uğraması Anadolu’daki hakimiyetlerini son derecede zayıflatarak bu ülkede irili ufaklı derebeyi de denilen ayanların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bunların devri, aşağı yukarı bir asır devam etmiştir. İşte bu ayanlar devrinde Batı Anadolu’da Aydın, İzmir ve Manisa vilayetlerinde zeybeklerin de ortaya çıktığı görülür. Bunlar devlet kuvvetine karşı geliyorlar ve zenginlerden sızdırdıkları paraları ile geçiniyorlardı. Zeybek kelimesinin nereden geldiği henüz aydınlatılmamış olduğu gibi, bunların zuhurunda o bölgedeki oymakların amil olup olmadıkları da iyice bilinmiyor. Zeybeklerin faaliyetlerine bir türlü son veremeyen devlet, savaşçılıklarından dolayı onları XIX.yüzyılda, ücretli asker olarak ordusunda kullanmıştır.
XVI.yüzyılın başında Hind ticaretini ele geçiren Portekizliler, Güney ve Doğu Arabistan için ciddi bir tehlike teşkil etmişlerdi. Osmanlıhakimiyeti bu tehlikeyi de önledi. XVI. Ve XVII.yüzyıllarda Arabistan’da Türklere umumiyetle, Karamani deniliyordu. Bu husus her halde oraya gönderilen askerlerin çoğunun Karaman eyaletinden olması ile ilgilidir. Anadolu Türkleri yiğitlikleri ile Arabistan ve Yemen dahil olmak üzere büyük bir ün kazanmışlardır. Hatta bunu ifade etmek için: “Vahidun Karamani elfun Yemani = bir Karamanlı bin Yemenli’ye bedeldir” denilmiştir. Ancak Yemen’e gönderilen Türkler’in mühim bir kısmı vatanlarına dönemiyorlardı. Bu Yemenli, Arap boyları ile çarpışmaktan ziyade salgın hastalıktan (bilhassa kolera) ve bakımsızlıktan ileri geliyordu. Yemen’den geri dönemeyen Türk gençlerinin milletimizin bağrında açtıkları yaraları ifade eden hüzünlü türkülerin hala söylenmekte olduğu malumdur.
Osmanlı devleti, bu günkü sınırları içinde Türkiye’yi ancak Kanuni devrinde idaresi altına alabilmişti. Bu idarenin mahiyeti icabı Anadolu’da girdiği yerde, bilhassa köylüler ve göçebeler tarafından memnunlukla karşılandığını ileri sürmek güçtür. Bu sebeple XV. Ve XVI.yüzyıllarda görülen mezhebi ayaklanmalarda bile Osmanlı idare sisteminin mahiyetinin ve onun kötü uygulanmasının büyük bir payı olduğu şüphesizdir. XVI.yüzyılın son çeyreğinde çıkan İran ve Avusturya harpleri ve onunla yakından ilgili bulunan korkunç Celali ayaklanmaları Anadolu’daki umumi hatlarını muhafaza ederek gelen, eski içtimai düzeni tamamen ortadan kaldırdı. Memleket harap bir duruma, halk da derin bir yoksulluk içine düştü. Her yerde köklü ailelerin, yani bey zümresinin pek büyük bir kısmı yok oldu, geri kalanları da iktisadi bakımdan fazla bir zarara uğramadılarsa da devlet karşısında olduğu gibi, çevrelerindeki halk içinde de itibarlarını kaybettiler. Hatta bunların bir çokları basit davranışlı, sefahate meyyal ve yoksullara yardımdan uzak insanlar haline geldiler. Bu sonuncuların zamanımıza kadar gelen mensuplarında da aynı hal görülür. Halbuki “beylik vermekle, yiğitlik vuruşmakla olur” atalar sözünde de ifade edildiği gibi, Türk halkı, en eski zamanlardan beri han, sultan ve beylere kendilerine faydalı olmak ve yardımlarda bulunmakla görevli insanlar gözü ile bakıyorlardı. Avrupa asilzadesinin ve krallarının saraylar, şatolar yaptırmaları karşısında bizimkilerin içtimai eserler vücuda getirmeleri bilhassa bu telakkiden gelmektedir. Böyle yapılmadığı takdirde “el mi yaman bey mi yaman, el yaman” atalar sözünün de gösterdiği üzere beyler mevkilerini muhafaza etmekte güçlükler ile karşılaşıyorlardı.
Şehir halkı zikredilen olaylardan yani Celali hareketlerinden pek zarar görmedi. Köylülere gelince, asıl darbeyi yiyen bu kitle olmuştur. Bu olaylar köylülere yoksulluk ve nüfus kaybı gibi büyük felaketler getirmiştir ki, uzun asırlar boyunca bu kitle kendi kendine kayıplarını telafi edememiştir. Köylü kitlesi arasında açılan bu derin yaraları nüfus bakımından ancak Türk oymakları kapatmaya çalışmışlardır.
Göçebe Türk topluluklarına gelince, adı geçen olaylar onlar üzerinde de tesirini göstermiş ve istisnasız düzenleri bozulmuştur; bazıları dağılmışlar veya dağılma derecesine düşmüşlerdir; bazıları da eskiden beri yaşadıkları yurtlarından ayrılarak başka yerlere göç etmek zorunda kalmışlardır. Bununla beraber, göçebe unsur, hareket kabiliyeti sayesinde iç karışıklıklar; harpler, salgın hastalıklar, sıtma ve kıtlıkların tesirlerine, köylü ve şehirlere nazaran daha az maruz kalmıştır. Bu sebeple onlar nüfus bakımından daha çok artmışlardır. Bu keyfiyet de yerleşik Türk halkı arasında meydana gelmiş olan geniş nüfus boşluklarının doldurulmasına imkan vermiştir.
Türk göçebe toplulukları Osmanlı devrinde de Orta Asya’dan getirdikleri koyun ve atı besliyorlar ve yine onlar gibi deveyi de taşıma vasıta (yüklet) olarak kullanıyorlardı. Osmanlı devletinin de seferlerde askerin azığını develer ile taşıttığını biliyoruz.
Türk topluluklarının mühim bir kısmının çadırları XIX.yüzyılda dahi, anayurttan getirilmiş olan umumiyetle ak keçeden yapılmış değirmi çadırlardı. Bu Türk çadırları yakın doğuda islamiyetten önce de tanınmıştı. Hatta, Hazreti Peygamberin bile seferlerde Türk çadırında oturduğu söylenir. Kıldan mamul kara çadırların kullanılması yoksullaşma ile ilgili görünüyor. Kıl çadırları münhasıran keçi besleyen, oturdukları yerler sarp ve otlakları dar olan Yörükler kullanıyorlardı. Fakat Türkler’in asıl milli çadırları, işaret edildiği gibi, ak keçeden yapılmış toprak ev de denilen yuvarlak çadırlardır.
Anadolu’daki Türk cemiyeti birbirini izleyen uzun ve yorucu harpler, salgın hastalıklar ve kıtlıklar sebebi ile bir daha eski kuvvetini elde edemedi. Hatta XIX.yüzyılda Avrupalı seyyahlar, Hıristiyanların aksine Türk Milletinin mahvolmaya doğru gittiğini müşahede etmişlerdir. XVI. Ve XVII. yüzyıllarda çoğu Türk aslından olmayan Osmanlı müellifleri, Anadolu Türkleri’ne bilhassa köylülere Etrak-i bi-idrak (Akılsız Türkler)demişlerdir. Fakat bu müellifler ve bütün Osmanlı idarecileri, Anadolu Türkleri’nin devletin asıl dayanağını teşkil ettiklerini idrak edememişlerdir. Böylece Türk cemiyetine zaaf gelince Osmanlı devleti de kudretini kaybetti. Osmanlı son asırlara kadar Anadolu’nun insanını ve servetini görülmemiş bir israfla harcamış fakat ona hiçbir şey vermemiştir. Bu yüzden Anadolu Türkleri yoksul ve geri kalmış bir cemiyet, Anadolu da harap bir memleket haline gelmiştir. Anadolu halkı arasında idarecilere Osmanlı adı veriliyordu. Bu adın verilmesi, mensuplarının saray ve ocaktan yetişmeleri ile kavmi bakımdan Türk halkından çıkmamaları ile ilgilidir. Anadolu Türkleri bunlara adeta yabancı ve istilacı bir zümrenin mensupları gözü ile bakıyorlardı. Osmanlı sınıfının mensupları, Anadolu halkına bilhassa köylü ve göçebelere göre mağrur, haşin, hilekâr, sözünde durmaz, vefasız ve gayri adil ve benlikçi insanlardır. Bugün Doğu Anadolu’da şu deyiş hala hatırlanmaktadır.
“Salvarı şaltak Osmanlı
Eğeri kaltak Osmanlı
Ekende yok biçende yok
Yemede ortak Osmanlı”
Orta Anadolu’da da şu deyiş söyleniyordu.
“Kara çadır ismi tutar
Beylik martin pas mı tutar
Ağlarsa anam ağlar
Osmanlı’dır yas mı tutar.”
Gerçekten XIX.yüzyılda anadolu’yu gezen Avrupalı seyyahlar Anadolu Türkleri’nin yoksulluklarına rağmen asil ruhlu, namuslu insanlar olup, kötü idareciler elinde yoksul ve geri kalmış bir duruma düştüklerini yazarlar ki, bunun bir geçek olduğu şüphesizdir.
KIRIKKALE İLİ, BALIŞEYH İLÇESİ, KARGIN KÖYÜ TANITIM SAYFASI