top of page

 E.MOĞOL İSTİLASINDAN SONRA TÜRKMENLER

            Moğol istilasının en mühim sonuçlarından biri de Orta Asya Türk etnografyasının değiştirilmiş olmasıdır. Uygur, Karluk, Kıpçak ve diğer bazı Türk kavimleri, bu istila neticesinde çözülerek geniş ölçüde kavmi hüviyetlerini kaybettiler. Bunlar ile Moğol oymaklarının birleşmesinden yeni kavimler meydana geldi ki, bunların dili Türk ve siyasi mazileri Moğol idi. Meşhur Timur bunun tam bir örneğidir. Böylece bu gün Orta-Asya’daki Özbek, Kazak, Kara-Kalpak, Doğu Türkistan Türkleri, bu karışma ve kaynaşmadan meydana gelmiş yeni kavimlerdir. Yüz şekilleri ve dilleri Kırgızların Moğollar ile karışmış olduklarını gösteriyor.

 

            Moğol istilası, İslam aleminin çehresini de tamamıyla değiştirdi. Halifesiyle, memlük askeriyle, parlak kültürü ve zengin ticari hayatıyla eski alem ortadan kalktı. Moğol istilasından sonra ortaya çıkan yeni alemde Türk kültürü mühim bir mevkii kazandı. Bu ise Anadolu’da olduğu gibi, Maveraün-nehr’de, Azerbeycan’da Türk nüfusunun eskisine nisbetle çok yoğunlaşmış bulunması ile ilgilidir. Yalnız bu hususta Anadolu Türk ülkeleri arasında en başta geliyordu. Türk dili, Osmanlı imparatorluğunda XVI. yüzyılda rakipsiz bir duruma gelmişken Türkistan denilen Maveraün-nehr’de, XX. yüzyılın başlarında dahi farsça, hala resmi dil olarak kullanılıyordu.

 

            1- Hazar-Ötesi Türkmenleri

            Türkmenler Moğol hakimiyetinden sonra da eskisi gibi, yakın Doğu’nun en büyük siyasi kuvveti olmakta devam ettiler. Moğol istilası yüzünden Türkmenlerin pek çoğu Anadolu’da toplanmıştı. Onlar XV.  asırdan itibaren İran’ın siyasi kaderini de ellerine aldılar ve bunu XX. asrın ilk yarısının ortalarına kadar sürdürdüler. Moğol istilası üzerine Maveraün-nehr, Horasan ve Azerbaycan’da yaşayan Türkmenler’in pek çoğu Anadolu’ya geldiler. Bunlar istilanın önünden kaçmışlardı Mangışlak’da X. yüzyıldan beri yaşamakta olan Oğuzlar bu istiladan pek müteessir olmadılar. Çünkü, yurtları Mangışlak istila sahası üzerinde olmayıp kenarda kalıyordu. Bununla beraber, onlar ilk önce Altın – Ordu hanlarına, sonra da Hive’de oturan hanlara tabi oldular. Mangışlak’taki, Türkmenler’in mühim bir kısmı Salur boyundan idi. Ebül-Gazi Han’ın Secere-i Terakime’sindeki bir kayda göre, Şah-Melik’in öldürülmesinden dolayı baş gösteren dağılma üzerine, Oğuzlar’dan pek önemli bir küme Mangışlak’a gitmiştir. Bu Oğuz kümesinin içinde her boydan olmakla beraber çoğunluğunu Eymür, Döğer, İğdir, Çavuldur, KARKIN, Salur ve Ağar boylarına mensup kollar meydana getiriyordu. Mangışlak’a giden bu Oğuz kümesinin başında yine aynı müellife göre Kılık Bey, Kazan Bey ve Karaman Bey vardı. Bu sözlerden Mangışlak’ın Oğuz elinin dağılması sonucunda bir Oğuz yurdu haline geldiğine inanıldığı anlaşılıyor. Mangışlak’taki Salurlar’ın içki (iç) Salur ve Taşkı (Dış) Salur olmak üzere iki kola ayrıldıkları biliniyor. Türkmenler, XVII. yüzyılda Yomut, Ensarı, Teke ve Sarık gibi büyük Türkmen topluluklarının Salurlar’dan çıktığına inanıyorlardı. Eğer bu iddia doğru ise, bugünkü Türkmenistan Türkmenleri’nin ezici çoğunluğunun aslında Salurlar’dan olduğunu kabul etmek icap eder.

 

            Hazar-ötesi Türkmenleri’nin başlıca hangi boylardan geldikleri sorusuna gelince, bu hususta, ehemmiyetlerine göre şu isimler zikredilebilir: Salur, Çavuldur, (Çavundur-Çavdur), İgdir, Yazır, Eymür (Eymir), KARKIN, bunlar Balhan ve Horasan bölgelerine Mangışlak’dan gelmişlerdir. Onlar arasında nüfusları çok daha az Oğuz boy obaları ise Bayındır, Beğdili ve Kayı’dır. Üç-Oklar’ın Boz-Oklar’a nazaran sayıca daha fazla oldukları da bir gerçektir.

 

            Ebu’l-Gazi’nin eserlerinden öğrendiğimize göre, XVII. yüzyılda Türkmenler’in elinde birçok Oğuz-nameler görülmekte idi. Bu Oğuz-nameler’in muhtevaları hakkında tam bir bilgiye sahip değiliz. Çünkü hiç biri bize kadar gelmemiştir. Yalnız şu kadarını biliyoruz ki, bu Oğuz-nameler’de de Dede-Korkut ve Salur Kazan ile ilgili haberler bulunmakta idi. Bu Oğuz-nameler’e Cami’üt-Tevarih’in ne kaynak olup olmadığı hususunda kesin bir şey söylemek mümkün değildir.

 

            Oğuz-nameler XIV-XVII. yüzyıllar arasında Harizm’den Rumeli’ne kadar bütün Oğuz Türklüğü’nün yaşadığı yerlerde söyleniyor ve okunuyordu. Bu, bütün Batı Türklüğü’nde ortak bir gelenekti. XVII. yüzyıldan itibaren bu Oğuz-nameler’in yerini Kör-Oğlu destanı aldı. Kör-Oğlu, XVI. yüzyılın ikinci yarısının ortalarında Bolu sancağının Gerede kazasında, onbeş yirmi adamla haydutluk yapmaya başlamış bir yiğit idi. Kendisinin adı geçen kazanın Sayuk (Şimdi:Sayık) köyünden olduğu biliniyor. İyice anlaşıldığına göre sonra bu işi Tokat-Sivas arasındaki Çamlı-Bel’de devam ettirmiş ve belki sonra İran’a gitmek zorunda kalmıştır. Aşıklar XVII. yüzyılda onun yiğitliklerini anlatan destanlar okumaya başladılar. Fazla olarak, Ferhat ile Şirin, Tahir ile Zühre, Kerem ile Aslı gibi halk hikayeleri de İran ve Anadolu Türkleri’nde olduğu gibi Sayın Hanlı Türkmenleri’nin de en sevdikleri hikayelerdi. Böylece, mezhep ayrılığına rağmen, Oğuz eli’nin üç ayrı yerde (Anadolu, İran, Hazar-ötesi) bulunan toplulukları arasında yeni ortak kültür meydana geldi ki bu, pek dikkate şayan bir husustur. Hazar-ötesi Türkmenler’i, siyasi bir varlık gösterememişlerse de, Mahdum Kulu (XVIII. yüzyıl) gibi, büyük bir şair yetiştirmişlerdir. XIX. yüzyılda Türkiye’deki son Türkmen oymaklarının da Dadal-Oğlu, El-Beğli-Oğlu ve Gündeşli-Oğlu gibi tanınmış şairleri olduğunu biliyoruz. Bu münasebetle, Barthold’unda söylediği gibi, Türkmenler’in her zaman her yerde daima milli şairler yetiştirmiş olduklarını belirtmek lazımdır.

 

            2- İran:

            İran’a gelen Moğollar’ın gayet iyi yetiştirilmiş ve mükemmel teşkilatlı bir orduları olduğu gibi, tecrübeli memurların başında bulunduğu bir büroya da sahip idiler. Bu büroda Uygur yazısı ve 12 hayvanlı Türk takvimi kullanılıyordu. İran’da Uygur yazısı Moğollar’dan sonra bırakıldı ise de 12 hayvanlı Türk takvimi son asra kadar kullanılmakta devam etti. Bu divanda yazı dili olarak Moğolca’nın yanında Türkçenin de kullanıldığı hükmünü verebilecek bazı deliller vardır. Devletin dayandığı ulus hakim kümeyi meydana getiren Moğol unsuru ile onların maiyetinde bulunan Türkler’den müteşekkildi. Moğol unsuru,Menkut, Arlat (Arulat), Suğanut, Suldus, Bisuut, Oryankat, Kurulas.. olmak üzere Moğol ulusuna mensup boyların obaları ile Celayir, Sunit, Tatar, Kireyit, Uyrat ve Saire gibi Moğolca konuşan kavimlerin kollarından meydana gelmişti.

 

            Türkler’e gelince, bunların pek mühim bir kısmını Uygurlar teşkil ediyordu. Uygurlar yalnız devlet memuru ve din adamı olarak değil, kalabalık sayıda asker olarak da gelmişlerdi. Uygurlar’dan başka Kıpçak, Karluk, Küçey ve Saire gibi Türk kavimlerine mensup çok sayıda unsurlarda gelmiştir. Bunların bir kısmı Moğol hanları ve beylerinin maiyetleri ve askerleri arasında bulunmakta idiler. Böylece İran Moğolları arasında başlıca iki dil konuşuluyordu: Moğolca ve Türkçe. Moğolca’nın, gittikçe ehemmiyetini kaybetmekle beraber, XIV. yüzyılın ikinci yarısına kadar konuşulduğu biliniyor. İlk Moğol hanları Halegü, Abaka ve hatta Argun’un Türkçe bildikleri şüphelidir. Gazan ve halefleri bu dili biliyorlardı. Esasen, Moğollar arasındaki Türk unsurunun ehemmiyet kazanması da bu hükümdar ile başlar. Moğollar’ın islamiyeti kabulleri ile Türkleşmeleri arasında bir muvaziliğin varlığı görülür.

 

            Emirler arasındaki mücadeleler sonucunda ilhanlı imparatorluğu parçalanarak bir takım küçük devletler meydana geldi. Bu arada Türkmen Kara-Koyulu oymadığı da durumdan faydalanarak gittikçe kuvvetini artırıp Musul-Erzurum arasındaki bölgenin geniş bir kısmına hakim oldu. XIV. yüzyılın sonlarına doğru onlar Nahçivan, Hoy ve diğer bazı yerler olmak üzere İran’ın uç vilayetlerini de ele geçirdikleri gibi, vakit vakit Tebriz’i dahi işgalleri altına aldılar. Kara-Koyunlular sonra hakimiyetlerini Süstan’a kadar uzattılar. Bu başarıları Kara-Yusuf’un küçük oğlu ve ikinci halefi Cihan-Şah elde etmişti. Cihan-Şah bize Türkçe şiirler bırakmış Türk hükümdarlarından biridir. Onun Tebriz’de yaptırdığı önemli bir sanat eseri olan Gök-Mescid’de zamanımıza kadar gelmiştir. Kara-Koyunlu topluluğu İran’daki Türkmen ve Türk Oymakların da katılması ile oldukça büyük bir ulus haline geldi. Bu eli meydana getiren başlıca boylar şunlardı: Şa’dlu, Baharlu, Alpağut, Duharlu, Ağaç-Eri, Hacılu, Karamanlu, Çekürlü. Bu boylar Kara-Koyunlu devleti yıkıldıktan sonra da varlıklarını uzun bir müddet devam ettirdiler.

 

            Kara-Koyunlu hanedanına Baranlu denilmekte idi ki, bu adın nereden geldiği anlaşılamamıştır. Bunun gibi bu oymadığın Oğuz boylarından hangisine mensup da bilinemiyor. Minorsky Kara-Koyunlular’ın Yıva boyundan geldikleri fikrindedir ki şimdiki durumda en isabetli tahmin de bu gibi görünüyor.

 

            Kara-Koyunlular’ın ezeli rakipleri Ak-Koyunlular, Diyarbekir belgesinde yaşıyorlardı; beylerinden Kara-Yülük Osman Bey, merkezi Amid olmak üzere bir beylik kurdu. Torunu Uzun Hasan Beğ ise (ölm. 1478) Kara-Koyunlu Cihan Şah’ı ve Horasan-Türkistan hükümdarı Timurlu Ebu-Said’i yenerek, bu beyliği bir imparatorluk haline getirdi. Bu Ak-Koyunlu imparatorluğu Erzincan’dan Horasan’a, Basra’dan Şirvan’a kadar uzanıyordu. Böylece, beşinci defa olarak Anadolu’dan gelen siyasi bir güç İran’a hakim olmuştu. Uzun-Hasan Beğ az tanınmış büyük bir hükümdardır. Adil, halka karşı şefkat ve merhamet hisleriyle dolu, ahlaki değerlere bağlı bir insandı; kendisinden önce konulmuş bazı vergileri haksız sayarak iptal etmiş ve vergilerin adil bir şekilde tarh ve tahsil edilmesi için bir kanunname vücuda getirmişti ki, bu kanun-name Safeviler devrinde de uzun bir zaman kullanılmıştır. Hasan Beğ, aynı zamanda İran’ın bazı bölgelerindeki kötü geleneklerin ve alışkanlıkların ortadan kaldırılması için de mücadele etmiştir. İlim adamlarına da çok itibar eder, huzurunda her hafta Cuma gecesi onlara ilmi muhasebeler yaptırırdı.

 

            Hasan Beğ’in bu güne kadar iyice bilinmeyen bir tarafı da kendinde kuvvetli bir milli şuurun varlığıdır. Hasan Beğ, kendisini Anadolu Türkler’nin hükümdarı sayıyor ve Oğuz Han’ın soyundan gelmekte övünüyordu. Bu arada Hazar-ötesi Türkmenler’nin de kendi kavminden olduğunu biliyordu. Ak-koyunlu oymağı Oğuzların 24 boyundan Bayındır boyuna mensuptur. Bununla ilgili olarak Ak-Koyunlular daha Hamza Beğ’den (ölm.1444) itibaren paralarına, fermanlarına, bayraklarına, Bayındır boyunun damgasını koydurmuşlardır. Osmanlı hanedanın da kavmi şuurun canlanmasında Ak-Koyunlular’ın mühim bir rolü olduğu anlaşılıyor. Hasan Beğ, ibadet için okunmak üzere Kuran’ı Türkçeye tercüme ettirmişti; fakat o zamanki din adamlarının ve alimlerin kendisini desteklememeleri yüzünden bu teşebbüs muvaffak olamamıştır. Hasan Beğ’in bu hareketi galiba Türkler arasında Cumhuriyet devrine kadar yapılmış ilk ve son teşebbüstür.

 

            Türk tarihinde, hanedana mensup şahısların vilayetlerinin idaresine gönderildiklerini biliyoruz. Yine tarihimizde hükümdarın ölümünü müteakip hanedan azası arasında saltanat mücadelesinin çıkmaması nadir görülen bir vakıadır. Hatta, hanedan azasından biri hükümdar olduktan sonra da akrabaları tarafından rahat bırakılmıyordu. Bu meselede Türkler’de hakim olan telakki “hak kuvvetlinin” düsturudur. Bu telakki Türkler İslam olduktan sonra da değişmeyerek eskisi gibi devam etti. Fatih gibi bir hükümdarın bile bu telakkiye bağlı kaldığı, hatta hükümdarlık makamını eline geçiren oğluna “nizam_ı alem için” kardeşlerini öldürmek hakkını verdiği malumdur. Tarihimizde saltanat veraseti işinin sıkı bir kaideye bağlanmaması devletin başına kuvvetli şahsiyetlerin geçmesine imkan veriyorsa da, yapılan mücadeleler Türk devletlerinin gelişmelerini önlediği gibi, daha mühim olarak da onların zayıflama ve yıkılmalarında en baş amili teşkil ediyordu.

 

            İşte, Ak-Koyulu devletinin yıkılmasında da bu hususun pek mühim bir amil olduğu görülüyor.

 

            Türkiye’ye gelince dirayetli bir hükümdar sayılmayan II. Bayezid, bu yıllarda devlet işlerini büsbütün paşalara bırakmıştı. Beğlerbeğiler ve sancak beğleri ve onlardan sonra gelenler bulundukları yerleri istedikleri gibi idare ediyorlar ve birçok bölgelerde halka baskı da yapıyorlardı. Harekete geçmek için bundan daha müsait bir zaman olamazdı. Bu sebeple Gilan’da bulunan Şeyh-Haydar’ın oğlu İsmail yanındaki sadık birkaç kişi ile oradan ayrıldı ve müritlerini toplamak için birkaç yüz kişi ile Erzincan yöresindeki Saru-Kaya yaylağına geldi (1500). Şah İsmail Saru-Kaya’dan adamlar göndererek müritlerini yanına gelmeye davet etti. Bu davet üzerine köylü ve göçebe Türkler, görülmemiş bir sevinçle her taraftan bölük bölük onun katına geldiler. Hatta bu münasebetle Dulkadir ilinde gerdeğe girmek üzere bulunan bir gencin davet haberinin gelmesi üzerine gerdeğe girmeyip sevinçle Erzincan yolunu tutuğu anlatılır. Şah İsmail her taraftan koşup gelen müritlerinin başında Erzincan’dan hareket etti. İlk hedef Şirvan idi. Gerçekten Şirvan Şah’ı kolayca mağlup eden Şah İsmail, Ak-Koyunlu Hükümdarı Elvend Beğ ile karşılaştı. Nahçivan yöresinde yapılan savaşta (1501) Elvend ağır bir bozguna uğradı. İsmail zaferden sonra Tebriz’e geldi ve orada hutbeyi 12 imam ve sonra da kendi adına okuttu. Bu surette Şi’i mezhepli Safevi devleti kuruldu (1501). Şah İsmail bundan sonra üst üste zaferler kazanarak 10 yıl içinde hakimiyetinin sınırlarını Ceyhun’dan Fırat’a kadar uzattı; II. Bayezid, ülkesinin yanı başında İslam alemini parçalıyıcı Şi’i bir devlet kurulurken, devrin en kuvvetli ordusuna sahip olduğu halde buna tamamen seyirci kaldığı gibi, kendi teb’aasından binlerce kişinin de devletin kurulmasına katılmasını da önlememiştir.

 

            Safevi devletinin kuruluşu Türkiye’deki Şi’iler arasında öyle derin bir heyecan yaratmıştı ki, onlar birbirlerine “Şah” sözü ile selam veriyorlar, uzun ve yorucu bir yolculuğa katlanıp şahlarını ziyarete gidiyorlardı. Kendilerine şah yerine Peygamber’in merkatını ziyaret etmeleri tavsiye edildiğinde “biz ölüyü değil, diriyi ziyarete gideriz” cevabını veriyorlardı. Yavuz Selim’in Şah İsmail’e karşı büyük bir azimle giriştiği teşebbüs, Şi’iliğin Türkiye’de daha fazla yayılmasını önlemiş, Doğu ve Güney Doğu Anadolu’yu Osmanlı Devletine kazandırmış, Şah İsmail’in zaferler silsilesine son vererek onu yeise düşürmüştür. Fakat, bilhassa Yeniçeriler’in itaatsizliği, devlet erkanının onun kadar mes’elenin ehemmiyetini kavramamış olmaları yüzünden istenilen sonuca varılamamıştır.

 

            Şah-İsmail yukarıda söylendiği gibi Erzincan’da başına topladığı Anadolu Türkleri sayesinde devletini kurmuştur. Kızıl-Baş ulusunu teşkil eden ilk sıradaki oymaklar şunlardır: Ustacalı-Usta, Hacılu (Safevi eserlerinde Ustaclu) Dumlu, Tekelü, Zulkadr, Şamlu.

 

            Devletin kuruluşunda ve ilk devirlerde asıl mühim rolleri bu oymak ve topluluklar oynamışlardır. Afşar (Avşar), Dulkadırlu (imanlu Avşarı), Haleb Türkmenler’i (Gündüzlü ve Alplu Afşarı) ve Ak-Koyunlu Afşarlar’ından (daha önce İran’a gelen ve Kuh-giluye’de oturan Mansur Beğ Afşarları) teşekkül etmiştir.

 

            Safevi kaynaklarında Kızılbaş adı, Safevi devletini kuran ve kuruluş yıllarında devlet hizmetine giren Türk teşekküllerine veriliyordu. Onlar imtiyazlı bir topluluk idiler ve Kızılbaş adını da gururla taşıyorlardı. Yine kaynaklarda devlete de devlet-i Kızılbaş, şahlara da Padişah-ı Kızılbaş, İran’a da ülke-i Kızılbaş diyorlardı. Onlar aynı zamanda Türk olmaktan da övünç duyuyorlar, yerli halka tat diyerek kendilerini onlardan ayırt ediyorlardı.

 

            Safevi devletinin kuruluşu başlıca şu sonuçları meydana getirmiştir.

 

            1- İslam aleminin ortasında bir şi’i dünyası vücuda gelmiş ve İran tecrit edilmiş bir ülke durumuna düşmüştür. Böylece bu ülkenin İslam dünyasında her bakımdan (siyasi, iktisadi ve harsi) oynadığı mühim rol de sona ermiştir. Buna karşılık Safevi devleti İran’a uzun bir zamandan beri özlenen siyasi istikrar ve huzuru getirmiştir.

 

            2- Safevi devletinin kurulması, Türkiye ile Orta Asya arasındaki her türlü alaka ve münasebetlerin kesilmesine sebep olmuştur. Safeviler’in İran’ı Anadolu ile Türkistan arasında aşılması güç bir sed teşkil etmiştir.

 

            3- Safevi faaliyeti Anadolu’dan altıncı, fakat en devamlı en kalabalık bir güç haraketini sağlamıştır. Bu göçler İran’daki Türk unsurunu kuvvetlendirerek, bu unsuru bilhassa Azerbaycan’da nüfusça da hakim bir duruma getirmiş, buna karşılık, Doğu ve Güney Doğu Anadolu’daki Türk unsurunu zayıflatmıştır. Şurası bir gerçektir ki, Doğu-Anadolu Safevi idaresinde kalsaydı, bir müddet sonra burada Türkçeden başka hiçbir dil konuşulmayacaktı. Osmanlı idaresi bu bölgedeki göçebe Türk unsurunu dahi yerinde tutamadı. Onların bir kısmı İran’a, bir kısmı da Orta-Anadolu’ya göç etmek zorunda kaldılar.

 

            Bütün bunlara rağmen Anadolu ile İran’daki Türkler arasında kültür münasebetleri yüzyıllar boyunca sürüp geldi. Bu hususta ozanların halefleri olan aşıklar, bilhassa büyük bir rol oynadılar. Kerem ile Aslı, Arzu ile Kanber, Şah İsmail, Aşık Garip gibi İran Türkleri arasında teşekkül eden halk romanları Anadolu Türkleri’nin de halk romanları oldu. Buna karşılık Kör-Oğlu destanı Anadolu’dan İran’a gitti ve bu destan onların da milli destanı haline geldi. Nasrettin Hoca fıkraları da Kör-Oğlu destanı gibi, Anadolu’dan Azerbaycan’a gitmiştir.

 

            Safevi Devletine son veren Nadir-Şah dikkate şayan bir şahsiyettir. Nadir-Şah (1736-1747), İran’dan Afganları ve Osmanlılar’ı çıkardıktan Hindistan’a kadar giden başarılı seferlerde bulunmuştur. Nadir Şah Afşar boyunun Kırklu obasından idi. Kendisinde kavmi duyguların kuvvetli olduğu görülüyor. Nadir Şah Osmanlı hanedanının, mensup olduğu Türkmen kavminin en büyük ailesi olduğunu söylüyor ve İstanbul’a gönderdiği mektuplarda sık sık kavmi akrabalıktan söz ediyordu.

 

            İran’da siyasi birliği, aynı asrın sonlarında Kaçar (İran eserlerinde Kacar) hanedanı kurdu. 1925 yılına kadar hüküm süren bu hanedan, İranda’ki son Türk sülalesidir. Kaçarlar kendilerini daima Türk hissetmişler, Türkçe konuşmuşlar ve atalarının İran’a Hülagü Han ile birlikte geldiklerine inanmışlardır. Geniş bir Türk şuuruna sahip idiler. Kaçar şehzadeleri arasında Çingiz Mirza, Hülegü Mirza, Timur Mirza, Uluğ Beğ Mirza gibi isim taşıyanlar olduğu gibi Selçuk Mirza, Tuğrul Mirza, Alp Arslan Mirza, Sancar Mirza, Ildırım Mirza ve Sultan Selim Mirza adları da görülür. Yukarıda da yazıldığı gibi, Kaçarlar, XV. yüzyılın sonlarına doğru Ak-Koyulular devrinde Anadolu’dan İran’a gelmişler ve kuzey Azerbaycan’a yurt tutmuşlardı. Onların Anadolu’daki yurtları ise, Boz-ok (Yozgat) bölgesinde idi.

 

            3-Moğol Devri ve Ondan Sonraki Zamanda Anadolu:

            Moğol istilası üzerine Anadolu’ya Türkistan, Horasan, Erran ve Azerbaycan’dan pek çok Türkmen geldi ve memleketin her tarafı bunlar ile doldu. XIII. yüzyılın ortalarında, Selçuklu ülkesine yabancıların “Türkiye” ve “Türkistan” adını vermeleri, bu husus ile ilgilidir. Fakat Türkistan’dan yalnız Türk göçebe toplulukları değil, onunda yanında, yarı yerleşik ve tam yerleşik köylü-şehirli Türk unsurlarından da mühim nüfusun Anadolu’ya geldiği anlaşılıyor. Moğol istilası sonucunda Türkistan’ın yaşanmayacak bir duruma gelmesi bunda en mühim bir amil olmuştur. Hatta İran’dan da aydınlardan, tacirlerden ve sanatkarlardan mühim bir zümrenin geldiğini biliyoruz. Anadolu’ya gelen Türkmenler’in bir kısmı, bu ülkede kendi iktisadi faaliyetlerine uygun yerler bulamadıklarından, ormanlık ve dağlık yerlerde yurt tutmak mecburiyetinde kaldılar. Bunların Maraş bölgesindeki ormanda yaşayanlarına Ağaç-Eri adı verildi. Bu yaşamanın sonucu olarak Ağaç-Eriler’in torunlarının mühim bir kısmı ağaç işçiliği ile meşgul oldular. Bunlar Tahtacı olarak bilinen topluluktur.

 

            1277 yılında Mısır-Suriye Türk Memlükleri hükümdarı Bey-Pars Selçuklu devletinde iktidarı elinde tutan Pervane Muineddin Süleyman’ın daveti üzerine Anadolu’ya yürüdü ve Elbistan ovasında Toku ve Tudaun’n kumandasındaki Moğol ordusunu ağır bir yenilgiye uğrattı. Bey-Pars’ın Anadolu’ya gelmesini fırsat bilen Karaman-oğlu Mehmed Beğ Konya üzerine yürüdü (1277) Mehmed Beğ’in buyruğundaki Türkmenler, zamanın müverrihi tarafından “kızıl börklü ve ayağı çarıklı” şekilde vasıfladırılıyor. Mehmed Beğ Konya’yı zaptetti ve tarihlerin Cimri adını verdikleri bir Selçuklu şehzadesini tahta çıkardı. Mehmet Beğ’de vezir oldu. İlk alınan kararlardan biri “bundan sonra devlet dairesinde, sarayda, toplantılarda ve meydanda Türkçe’den başka dil konuşulmaması hakkında idi ki bu, Türk kültür tarihi bakımından çok önemli bir hadisedir. Karamanoğlu Mehmet Beğ’in üzerine Moğol şehzadesi Kongurtay gönderilmişti. Mehmet Beğ Moğollar’a karşı yiğitçe müdafaaya girişti; fakat, bizzat çıktığı bir keşif hareketi esnasında tesadüfen Moğollar’ın ok yağmuruna tutularak şehid düştü. Konya’da Türk dilinden başka hiçbir dilin konuşulmamasını isteyen Mehmed Beğ’in ölümü acı bir şekilde sona erdi. Bununla beraber Mehmed Beğ’in ölümü acı bir kayıp olmuşsa da Karamanlılar’ın kuvveti kırılmamış ve Moğollar ile mücadele azimleri zayıflamamıştı. Onlar Anadolu Türklüğü’nün Moğollar’a karşı en mücadeleci unsuru olmuşlardır. Bununla ilgili olarak Moğol hükümdarı Gazan Han (1295-1304) şöyle demiştir; şu Türkmenler ve Karamanlılar olmasa Moğol atlıları güneşin battığı yere kadar giderler.”

 

            Bizans ucuna gelince, bu uzun hudud bölgesinde Türkmenler eskiden beri kalabalık kümeler halinde yaşıyorlardı. Moğol istilası ve baskısı üzerine bu uç bölgelerindeki Türkmen kümelerinin nüfusları pek fazlalaşmıştı. Öyle ki, coğrafyacı İbn-Said (ölm.1274 veya 1286) bunlardan yalnız Denizli bölgesinde yaşayan Türkmenler’in 200.000 çadır kadar olduklarının söylendiğini yazar. Bu Türkmenler Bizans topraklarına akınlar yapıyorlar, elde ettikleri tutsakları tacirlere satıyorlardı. Bununla beraber bu Türkmenler hayatlarını yalnız akıncılık yapmakla geçirmiyorlar, dokudukları değerli halıları harice satıyorlar, Mısır’a ve başka yerlere kereste de gönderiyorlardı. Barthold bu Türkmenler’in halı dokuma sanatını Orta Asya’dan getirmiş olmalarının pek muhtemel olduğunu yazıyor. Mamafih Anadolu’nun diğer yerlerinde yaşayan oymaklarda da halı ve kilim dokunuyordu. Mesela Ertuğrul ve Osman Bey’lerin idaresinde Söğüt’den Domaniç’e yaylaya gidip gelen Kayı oymağının kadın ve kızları da halı ve kilim dokuyorlardı. Osman Bey bu halı ve kilimlerden komşu Rum beylerine armağanlar veriyordu. XIII. ve XIV. yüzyıllarda Aksaray’da da pek güzel halılar dokunuyordu.

 

            Denizli (asıl adı: Tonuzlu) Türkmenleri XIII. yüzyılın ikinci yarısında denize ulaşarak bu günkü Muğla bölgesinde Menteşe beyliğini kurdular. Selçuklu Devleti’nin zayıflaması üzerine Denizli’de inanç-oğulları ve Isparta ile Antalya bölgesinde yine Türkmenler tarafından Hamid-oğulları beylikleri kuruldu.

 

            Eskiden beri Kütahya dolaylarında da mühim bir Türkmen kümesi vardı. 1277 yılında bu bölgede Germiyanlar’ın yaşadığı görülür. Bunlar 1240 tarihinde Malatya bölgesinde oturuyorlardı. Onlar bu tarafa Moğol baskısı üzerine 1240 tarihinden sonra geldiler. Batı Anadolu’nun diğer bölgelerini de Aydın-oğlu Mehmed, Saru-Han ve Karesi adlı beyler açtılar ve Aydın-oğulları, Saru-Han oğulları ve Karesi-oğulları (Balıkesir bölgesinde) beyliklerini kurdular. Bu fetihler XIV. yüzyılın ilk çeyreğinde sona ermişti. Marmara bölgesi ise Söğüt yöresinde yaşayan Osman Bey ve oğlu tarafından fethedildi. Osman’da bir Türkmen beyi idi; babası Ertuğrul, oymağı ile birlikte Söğüt’e Ankara taraflarından gelmişti (Bunun Moğol baskısı üzerine 1277 yılından az sonra olması muhtemeldir.). Osmanlı ailesinin atalarının Anadolu’ya gelişleri meselesine gelince, onların Moğol istilası sebebi ile yaşamakta oldukları Mevr yakınındaki Mahan’dan Anadolu’ya geldikleri hakkında eski Osmanlı tarihlerinde bulunan rivayeti reddetmek için esaslı hiçbir sebep yoktur.

 

            Daha önce de işaret edildiği gibi XIII. yüzyılda Suriye’de kalabalık bir Türkmen kümesi yaşıyordu. Bu kümenin pek mühim bir kısmı yazın Sivas’ın güney yörelerine ve Uzun-Yayla’ya çıkıyordu. Bunlara Şamlu, Şam Türkleri veya Şam Türkmenleri deniliyordu. Bu Türkmenler Boz-Ok ve Üç-Ok şeklindeki eski Oğuz ikili teşkilatını muhafaza ediyorlardı. Büyük siyasi hadiseler, birbirini izleyen yer değiştirmelerine ve uzun bir zamana rağmen, bu ikili teşkilatın devam etmesine hayret edilir. Boz-Oklar, başlıca Haleb çevresinde ve Amik ovasında yaşıyorlardı. Daha kalabalık olan bu Türkmen kümesindeki Boz-oklar başlıca şu boylar tarafından temsil ediliyordu: Bayat, Avşar, Beğ-Dili, Döğer.

 

            XV. yüzyıl başlarken onlar için beklenmeyen sevindirici bir hadise oldu ki, bu da Timur’un Kara-Tatarlar’ın çoğunu Anadolu’dan göçürmesi idi. Türkmenler gecikmeksizin Tatarlar’dan boşalan yerlerde, bilhassa bunlardan Yozgat bölgesinde yurt tuttular. Bu yurt tutanlar Türkmenler’in Boz-Ok adını taşıdılar. Ancak çok sonraları Boz-Ok, bölgenin adı oldu ve bu Boz-Ok adı Cumhuriyet devrine kadar muhafaza edildi. Boz-Ok yöresi Osmanlı fethine kadar Dulkadirli beyliği’nin idaresinde bulunuyordu. Üç-Oklar’a gelince, onların pek çoğu Türk-Memlük ordusunun yanında Çukur-Ova bölgesinin fethine katılmış ve burada yurt tutmuştur.

 

            XIV. yüzyılda, daha önceki yüzyılda olduğu gibi, göçebe anlamında Yörük (yörü-fiilinden) sözü kullanılıyor ve bu söz Halep Türkmenleri gibi teşekküllere de veriliyordu. Fakat daha sonraları Yörük adı gerçek anlamını kaybetmiş ve Batı-Anadolu ile Güney Batı-Anadolu’daki Oymakların umumi adı olmuştur. Buna göre Yörük adının kavmi hiçbir manası yoktur. (Bu hususta tafsilat için; Faruk Sümer XVI. asırda Anadolu, Suriye ve Irak’ta yaşayan Türk aşiretlerin umumi bir bakış, iktisat fakültesi mecmuası XI, s, 518-522 adılı makaleye bak.) Yörükler de Oğuz boylarından gelmektedir. XVI. yüzyılda kavim adı olan Türkmen kelimesi ile vasıflandırılan başlıca eller; Haleb Türkmenleri, Boz-Ulus, Dulkadırlılar ile Boz-Ok’taki oymaklardı. Daha sonlarları bu ad Haleb Türkmenleri ile Boz-Ulus’a münhasır kaldı. Bu iki elden XVIII. yüzyıldan itibaren Orta ve Batı Anadolu’ya gelenler de Türkmen denilmiş, hatta köylerde ve kasabalarda yerleştikten sonra da zamanımıza kadar bu adla anılmışlardır. Bu gün Orta ve Batı-Anadolu’da bazı yerlerde yan yana Türk, Yörük ve Türkmen köylerini görmek mümkündür. Bunun izahı şudur: Türk denilen köyler, o bölge veya yörenin Selçuklular ve beylikler devrinde yerleşmiş en eski Türk halkına ait olan yerlerdir. Yörük adıyla vasıflandırılan köyler, oralarda XVII. yüzyıldan önce yaşayan ve son asırlarda yerleşen Yörükler’in kurdukları köylerdir. Türkmen köyleri ise XVII. yüzyıldan itibaren Orta ve sonra Batı Anadolu ile Marmara bölgesine göç etmiş ve son asırlarda oralarda yerleşmiş Boz-Ulus, Haleb Türkmenleri ve Yeni-il’e mensup oymaklar tarafından meydana getirilmiş olanlardır. Dikkate değer keyfiyettir ki, Osmanlı devrinde Boz-Ulus ve Haleb Türkmenleri gibi eller bile Yörükler’den daha erken yerleşik hayata geçmişlerdir. Bugün Türkmenler’den hemen hemen hiçbir göçebe teşekkül görülmez. Fakat Toroslar’da çok az da olsa ve yarı göçebe olarak hala bu hayatı devam ettiren Yörük oymaklarına rast gelinir.

 

            Kısaca, Türk, Türkmen, Manav, Yörük, Çepni, Tahtacı, Alevi, Kızıl-Baş adları ile anılan topluluklar arasında kavmi hiçbir fark olmayıp hepsi Oğuz elinden gelmişlerdir.

 

            4-Haleb Türkenleri:

 

            XVI. yüzyılda Haleb Türkmenleri başlıca; Beğ-Dili. Harbendelü, Bayat, İnallu, Köpeklü-Avşarı, Gündüzlü Avşarı gibi büyük teşekküller ile Karkın, Alayuntlu, Bahadurlu, Kara-Koyunlu ve Saire gibi oymaklardan müteşekkil idi.

 

            Dulkadırlı: Bu el başlıca Maraş-Elbistan bölgesinde yaşamaktadır. Bu ele mensup tam göçebe oymaklar, kışın Amik ovasına, Haleb dolaylarına ve Çukur-Ova’ya inerlerdi. Dulkadırlı elinden birçok bölükler, İran’a gitmiş oldukları gibi, ona mensup bir kol da Diyarbekir bölgesindeki Boz-Ulus’a katılmış bulunmakta idi. Ayrıca yine bu ele mensup teşekküller, Yozgat bölgesinde yerleşmişler ve ayrıca Sivas’ın güneyinde Yeni-ili meydana getirmişlerdir. Daha XVI. yüzyılın başlarında bu el’e mensup oymakların Ankara bölgesine kadar sokulmuş oldukları görülüyor. Kayseri ve Kır-Şehir bölgeleri de bu el’in yerleşme sahaları arasında idi. Daha sonraları onlardan mühim bir kısmının (Cerid, Tecirli ve Ağça-Koyunlu) Çukur Ova’da oturak yaşayışa geçtiklerini biliyoruz. Bu büyük el, başlıca şu boylardan meydana gelmişti.

 

            1-Anamaslı öbür adı Karacalı (Bazı obaları: Yazır, Sevinçlü, Oruç-Beğlü, Ulaşlı, Urçanlu, Kazancılu, Söylemezlü, Yol-Basanlu, Kara-Haytalı)

 

            2-Dokuz, öbür Bışanlu (bazı obaları: Karkın, Karamanlu, Kürd-Mihmadlu, Avcı, Demrek, Hacılar, Neccarlu, Dokuz-Koyunlu, Bazlamaçlu, Kara Göncülü)

 

            3-Küreciler

 

            4-Cerid (bazı obaları: Bayır-Cerid, Kara-Hasanlu, Oruç-Gazilü, Mamalu)

 

            5-Peçenek

 

            6-Kavurgalu

 

            7-Elçi

 

            8-Döngelelü

 

            9-Küşne

 

            10-Yuvalı (yahut Kara-Yuvalı)

 

            11-Tekelü

 

            12-Varsak

 

            13-Ağça-Koyunlu (en önemli obaları: Çalışlu, Musa Hacılu-Musacalu, Kozanlu, Hamidlü)

 

            14-Eymir

 

            15-Çimelü

 

            16-Kızıllu

 

            17-İmanlu-Afşarı

 

            18-Çağırğanlı

 

            19-Avcı

 

            20-Gündeşlü

 

            21-Tecirlü

 

            22-Eşkinciler (bazı obaları: Dede Karkın, Karaca Ahmedlü, Süli Şeyhlü.)

 

            Dulkadırlı eli’nin Kars (Kadirli) yöresinde yaşayan oymakları ise şunlardı: Varsak, Demürcüli, Selmanlı, Zakirlü, Karamanlı, Kavurgalu, Geçlik, Eşkinciler.

 

            Sis (bugün Kozan) sancağında da: Savcı-Hacılu. Eğlen-Oğlu, Ayru-Damlu, Kavurgalu ve Avşar teşekkülleri yurt tutmuştur.

 

            5-Çukur Ova:

            Bu bölgeyi terk etmiş olan Üç-Oklar toprağa bağlanmışlar ve kısmen boy teşkilatını kaybetmişlerdir. Bölgenin açılmasında mühim roller oynamış olan Yüreğirler ve Kınıkların’ın XVI. yüzyılda yerleştikleri yerlerde yalnız adları kalmıştır. Henüz tamamiyle çözülmeyerek oymak teşkilatlarını muhafaza edenler: Kara-isalu, Koş-Temur, Ulaş, Gökçelü ve Elvan boylarıdır.

 

            6-Tarablus-Şam:

            Bu yörede yaşayan Türkmen topluluğu da başlıca: Salur, Eymir-Gazilü, Boğayırlı, Süleymanlu ve Sair oymaklardan müteşekkildi.

 

            7-Boz Ulus:

            Boz-Ulus, Diyarbekir Türkmenleri, Dulkadırlı Oymakları ve Haleb Türkmeni oymakları olmak üzere üç koldan meydana gelmiştir.

 

            Diyarbekir Türkmenleri; Eski Ak-Koyunlu Eli’nin kalıntısı olan Diyarbekir Türkmenleri’nin başlıca oymakları şunlardı: Tabanlu, Oğul-Beğlu, Musullu, Pürnek, Halza-Hacılu, Koca-Hacılu, İzzeddin-Hacılu, Süleyman-Hacılu, Şeyhlü, Danişmendlü, Salarlu, Çavundur, Dodurga, Döğer, Karkın, Avşar, Beğ-Dili, Alpavut.

 

            Dulkadırlu Oymakları; Cerit Sultan-Hacılu, Kürd Mihmadlu (Dokuz’dan), Köçeklu, Küşne, Anamuslu, Avcı, Dodurga, Cecelü, Çimelü, Avşar, Karaca-Arablu, Eymir, Gündeşlü, Çağırğanlu, Kızıl-Kocalı, Şam-Bayadı, Karkın Musacalu-Musa-Hacılu (Ağça-Koyunlu’dan).

 

            Haleb Türkmeni Oymakları: Köpeklü-Avşarı, Gündüzlü-Avşarı, Harbendelü, Beğ-Dili Acürlü, İnallu, Bayat, Kara-Koyunlu.

 

            8-Yeni-İl:

            Yeni-il Sivas’ın güneyindeki Mancılık, Gürün ve Hekim-Han arasındaki bölgede yaşayan oymakların adıdır.

 

            9-Ulu-Yörük Türkleri:

 

            Ulu-Yörük, başlıca Sivas, Amasya ve Tokat bölgelerinde yaşamakta olup, bu topluluğun bazı oymakları batıda Kırşehir ve Ankara bölgelerine kadar yayılmışlardır. Daha sonraları bazı oymakları Eskişehir bölgesine, oradan da Balıkesir yöresine gitmişlerdir. Ulu Yörük başlıca üç kümeye ayrılır. Yüzde-Pare, Orta-Pare, Şark-Pare. Bu kümeleri teşkil eden oymaklar bölük adını taşıyor. Bu topluluğu meydana getiren başlıca bölüklerden her biri muayyen kışlaklara sahip bulunmakta ve onun üzerinde çiftçilik yapmaktadır. Ulu-Yörük Türkler’i topluluğu geçmişi ve teşkilatı İlhanlılar devrine kadar gider. Bu topluluğu meydana getiren başlıca bölükler şunlardır.

 

            İl-Beğlü, Çepni, Kulağuzlu, Ak-Kuzulu, Ak-Salur, Tatlu, Gerampa, Gökçelü, Şerefeddinlü, Çunğar (Moğolca: Ca’ungar=Sol), Ballı, Çapanlu, İkizlü, Çavurçı (Moğolca:Caverçi), Ustacalu (Usta Hacılu-Ustaclu), Dodurga, Özlü, Kırıklı, Kara-Farihlu, Turgutlu, Ağça-Koyunlu (Dulkadırlı’dan), Ali-Beğlü, Kuzu-Güllü, Kara-Keçilü, İnallı (Haleb Türkmenleri’nden).

 

            10-Boz-Ok:

            (Bu günkü Yozgat bölgesi ve komşu bazı yöreler): Burası daha önce de işaret edildiği gibi, Kara-tatar denilen Moğollar’ın başlıca yaşadıkları bir yer idi. Timur’un bunlardan çoğunu beraberinde Türkistan’a götürmesi üzerine XV. yüzyılın ilk yıllarında Boz-Ok Türkmenleri, yani Dulkadırlı eline mensup teşekküller burada güçlüğe uğramaksızın yurd tuttular.

 

            a. G e d ü k : Kara-Yahyalu, Delü_Alilü, Ağçalı (en mühim obası: Hacılar), Ağça-koyunlu (Dulkadırlı’dan), Şam Bayadı (Dulkadırlı’dan).

 

            b. K a r a – T a ş : Ali Beğlü, Ağçalu, Tecirlü (Dulkadırlı’dan), Kızıl-Kocalu (başlıca oymaklarından: Ali Şarlu).

 

            c. A k – D a ğ : Karalu, Kırklu, Hisar-Beğlü, Kızıl Kocalu Sevgülen (en büyük oymağı: Saru-Halillu).

 

            d. B o ğ a z l a y a n : Çiçeklü, Kulağuzlu.

 

            e. İ l i – S u : Tatar (Moğol), Arslan-Beğlü, Ağçalu.

 

            f.  S o r g u n : Zakirlu, Kızıl-Kocalu.

 

            Bunlardan işaret edilmeyen bir çok oymak da Dulkadırlıdan idiler.

 

            11-At-Çekenler ve Komşu Oymaklar:

 

            Marco Polo’nun dediği gibi, Türkmenler Anadolu’da soylu atlar yetiştiriyorlardı. Bilhassa Konya bölgesindeki Türk oymakları Karaman-Oğulları ve Osmanlılar devrinde her yerde aranan atlar yetiştirmekte devam etmişlerdir. Bunlar önceleri vergilerini yetiştirdikleri atlardan verdiklerinden kendilerine At-çeken denilmiştir. At-Çekenler başlıca Larende (Karaman), Ak-Şehir ve Koç-Hisar gölü arasındaki bölgede yaşıyorlardı.

 

            a.E s k i – İ l :

            Davudlar, Kureyş-Melik-Şah, Bynu-Yumru, Kurulu.

 

            b. T u r ğ u d :

            Kusunlu, Yapa (ünlü bir oylam), Çepni, Reyhanlı, Saruca Ahmetdlü, Şah Beğ Nökerleri.

            c. B a y b u r d :

            Emir-Hacılu, Oğul Beğlü, Kayı, Farsaklar, Peçenek, Tatar (Moğol).

 

            d. A k – S a r a y :

            Bektaşlu Tatar (büyük bir oymak, beyleri Şey’ünlillah oğlu Ali Beğ = Beyazıd), Elçili Tatarı.

 

            e. K o ş (K o ç) – H i s a r:

            Boz-Kırlu, (Boz Kır adlı beyden), Boz-Doğan, Urunğuş, Hindlü, Cüneydlu, Celayir.

 

            f. Ü r g ü b : Cemallu, Yavalu.

 

            g. N i ğ d e :

            Bereketlu, Dündarlu, Bulgarlu (Güneydeki Bulgar dağından)

 

            h. D e v e l ü : Benderi-Beği.

 

            ı. D e v e l ü  K a r a – H i s a r’ı: Yahyalu.

 

            j. I l g ı n : Moğol Samarağı, Elçili (Alçi) Tatarı.

 

            k. İ s h a k l u : Selçuklu, Kondu, Kutlu-Boğa Tatarları, Kapucu tatarları, diğer adı: Boğaz Tatarı, Muğal Tatarları. Bu oymaklardan bazıları iç-il’den (Boz-Kırlu, Boz-Doğan) bazıları da Tarsus-Adana bölgesinden (Koç-Temür, Kusunlu, Farsak-Varsak, Urunğuş, Dündarlu, Bulgarlu) gelmişlerdir.

 

           

            12- İç-İl :

            İç-İl Selçuklular zamanında fethedilmeye başlanmış ve bu fetih Karaman-oğulları devrinde tamamlanmıştır. Buradaki Türkler Çukur-Ova’dakilerden ayrı bir siyasi maziye sahiptirler. Bunlar hemen münhasıran Karaman-Oğulları’nın Türkmenleri olup, onların güvendikleri unsuru teşkil etmişler ve başlıca dayanakları olmuştur. İç-il II.Bayezid devrinde altı yöreye ayrılmıştı. Ermenek, Selinti (bugünkü: Gazi Paşa), Gülnar, Silifke, Karı-Taş ve Mut. Buradaki Türk halkının mühim bir kısmı tam yerleşik hayat sürmektedir. II. Bayezid devrinde Boz-Doğan’dan ve Boz-Kırlu’dan olmak üzere mühim kolların Orta Anadolu’daki Koç-Hisar yöresine göç etmiş oldukları görülüyor. Yine aynı devirde daha az ehemmiyetli oymakların da Teke (Antalya) bölgesine göç ettiklerini biliyoruz. Kıbrıs’ın fethinden sonra, iç-il bölgesinden vakit vakit bu adaya da göçmen gönderilmiştir. Böylece bu günkü Kıbrıs Türklerinin mühim bir kısmı iç-il Yörükleri’nin torunlarıdır.

 

            13- Menteşe:

            Menteşe (bu günkü Muğla vilayeti) sancağından yarı göçebe olmak üzere, bazı oymaklar yaşamaktadır. Bu oymakların başlıcaları şunlardır: Kayı, Horzum (herhalde Hovarizm’den), Barza Kızılca-Yalınc, Kızılca-Keçilü, İskender Beğ.

 

            14-Hamid Sancağından zikre değer bir teşekkül, Karamanlu oymağıdır.

 

            15-Aydın:

            Bu sancakta Karaca-Koyunlu adlı Yörük topluluğu görülmektedir. Bu topluluk geniş bir sahaya yayılmış olup, çok küçük oymaklardan meydana gelmiştir. Bu topluluk içinde Tarucular (Darıcılar), Elliciler, Çullular gibi bazı büyük oymaklarda vardır.

 

            16-Kütahya:

            Bu sancağın bilhassa Denizli yöresinde, oldukça mühim bir Yörük topluluğu görülmektedir.  Bu  topluluğu  meydana  getiren  başlıca  büyük  oymaklar  şunlardır:  Kayı, Ak-Koyunlu, Boz-Guş, Kılcan, Ak-Keçilü, Kaşıkçı, Müselleman-ı Toylı, Avşar, Ala-Yundlu.

 

            17-A n k a r a :

            Ankara sancağının her tarafından yarı göçebe ve çoğu az nüfuslu oymaklara rastgelinir. Sancağın Kasaba kazasında Yaylalu ve Aziz-Beğlü, Kara Keçilü, Tos-Boğa, Beğ-Pazarı, Sivri-Hisar ve Sultan-önü kazalarında da mühim bir kısmını Gençlü oymağının meydana getirdiği Ulu-Yörük teşekkülü yaşamaktadır. Yukarıda adı geçen oymaklardan Tos-Boğa eski Osmanlı tarihlerinde Moğol olarak vasıflandırılır. Kara Keçililer’e gelince bunlar bu gün Eski-Şehir ve komşu yörelerde yaşadığını gördüğümüz Kara-Keçililer’dir. Ankara sancağındaki bu Kara Keçililer de Ulu-Yörük’e bağlı ve Kır-Şehir toprağında yaşayan Büyük Kara-Keçili oymağının bir kolunu teşkil ediyorlardı.

 

            Türkiye’nin bu yüzyıldaki kavmi duruma gelince, elimizdeki tahrir defterleri sayesinde bunu teferruatına kadar tesbit etmek mümkündür. Bu defterlere göre Türkiye’nin Adalar Denizi’nden Fırat’a ve Trabzon’a kadar olan kısmında Türk nüfusu pek hakim olup azınlık olarak yalnız Rum ve Ermeniler vardı.

 

            Kanuni’nin Nahçivan seferinden (1548) sonra 20.000 akçalık ve daha fazla gelir getiren dirliklerin kapı-kullarına verilmesinin kanun haline gelmesi ile Türk sipahilerinin terakki imkanı ortadan kalkmıştı. En küçük askeri vazifeler için kullar veya onların oğulları tarafından doldurulmuyorsa o zaman Anadolu Türkleri diğer bütün kavmi unsurlara tercih edilerek, hizmete alınmakta idiler. Arap, Laz, Tat, Sartlı gibi unsurlar ise askeri hizmetlere kabul edilmiyorlardı, bazı hadiseler yüzünden kendilerine güvenilmeyen Çepniler’in askeri hizmete alınmaları yasaklanmış ve evvelce alınmış olanların da çıkarılmaları emredilmişti. Hülasa XVI. yüzyılda devletin gözde askeri zümresini kullar ve onların oğulları teşkil ediyordu. Ondan sonra da Anadolu Türkleri geliyordu. Fakat bunlara da mühim vazifeler verilmiyordu. Halbuki Anadolu Türkleri de Yeniçeriler gibi, maaşlı asker olmak istiyorlardı. Bu sebeple babasından sonra tahta geçmeye hazırlanan Kanuni’nin oğullarından Bayezid onlardan kolayca 7.000 kişilik ücretli bir ordu vücuda getirmişti. Ağabeyi Selim’de babasının tavsiyelerine uyarak aynı şekilde haraket etti ve Anadolu Türkleri’nden yine ücretli bir ordu teşkil etti. Şehzade Bayezid 1559 yılında isyan hareketine giriştiği zaman etrafında mühim bir kuvvet toplanmıştı. Bu kuvvet, Anadolu’lu timarlı sipahiler ve onların maiyetlerinden meydana gelmiş idi. Bu ikincilerin başlıca Karaman ilinde yaşayan, Boz-Kırlı gibi oymaklar ile Dulkadırlı ve Yeni-il Türkmenleri’ne mensup oldukları anlaşılıyor.

 

            Tedkikçiler tarafından Bayezid ile Selim arasındaki mücadeleye “Anadolu halkı ve bilhassa timarlı sipahiler ile Kapı-kulları ve ocaklı rical arasında siyasi bir hak davası” nazarı ile bakılmıştır. Ancak Selim’in de buyruğunda Anadolu Türkleri’nden toplanmış mühim bir kuvvet bulunuyordu. Hatta bu kuvvetin mensuplarına Yeniçeri ocağına kaydedilecekleri va’d edilmiş ise de Selim hükümdar olduğu halde, bu va’d Yeniçeriler’in muhalefeti yüzünden yerine getirilmemişti.

 

            XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Anadolu’da başlıca iki unsur huzursuzluk yaratıyordu: medrese talebeleri (suhte=softa) ve levendler. Anadolu da Selçuklular devrinden beri tahsile verilen ehemmiyet ile XVI. yüzyıldaki iktisadi sıkıntı ve devşirme ocağının gelişmesi gibi sebeplerden, medrese talebeleri bu yüzyılda görülmemiş bir ölçüde çoğalmıştı. Bu talebeler, kendilerine uygun iş bulamadıklarından küçük zümreler halinde, medreselerin bulunduğu bölge veya yörelerde faaliyette bulunuyorlardı. Bunlar başlıca cer, nezir ve kurban adları ile para toplayarak geçiniyorlardı. Başlıca mücadele ettikleri unsurlar nefret ettikleri hükümet memurları ile Yeniçeriler idi.

 

            İdarecilerin sık sık baskılarına maruz kalmaları yüzünden Anadolu Türk köylüsüne mensup gençlerin, birçokları medreselere giderlerken bir kısmı da toprağı bırakıp bulundukları yerlerden ayrılıyorlardı. Çift-bozan denilen bu gençlerin birçokları bir iş tutmak için şehirlere gittikleri gibi, birçokları da sancak beği ve beğlerbeğilerin hizmetine giriyorlar ve onların kapı halkını teşkil ediyorlardı. Bu çift bozanların bir kısmı ise iş bulamadıklarından çeteler teşkil edip soygunculuk yapmakta idiler. Bunlara levend (cemi levendat) adı veriliyordu. İşte, meşhur Kör-Oğlu Ruşen’de bu çetelerden birinin başında olup, kendisinin 988 (1580) tarihinde Gerede ile Bolu arasında haydutluk yaptığı görülüyor. Bu tarihte Celali olarak vasıflandıran Kör-Oğlu’nun 992 (1584) tarihinde de faaliyetine devam ettiği, askeri memur ve kadıların korkularından onun yaptıklarını gizledikleri bildiriliyor.

 

            1577 de başlayan İran harbinin hilafına 12 yıl sürdü. Bu harbin sonunda gerçi Türk imparatorluğunun sınırı Hazar Denizi’ne kadar dayandı ise de bu, pek çok insan ve para sarfına mal olmuş ve halk daha fazla bir sıkıntı içine düşmüştü. İşte, Kör-Oğlu, Ispartalı Nesli-Oğlu Mehmed Çavuş, Kizir-Oğlu Mustafa ve diğer Celaliler’in ortaya çıkarak uzun yıllar soygunculuk yapabilmeleri de, bu harbin uzun bir zaman sürüp gitmesi ile ilgilidir.

 

            Celalilik Anadolu’da telafisi kabil olmayan derin yaralar açmıştı. Yağma ve tahriplerden ve onun meydana getirdiği açlıktan köylüler yerlerini bırakıp gittiler. 1603 yılından itibaren bu hadise dehşet verici bir mahiyet aldı. Açlıktan ve soğuktan çok insan öldü. Bu yüzden köylerin mühim bir kısmı uzun bir zaman yıkıntı ve ören, tarlalar da “gen” yani ekilmemiş bir halde kaldı. Bu hadise Anadolu’da bazı hudut ve kıyı bölgeleri istisna edilirse, her yerde sarsıcı bir tesir göstermekle beraber, en fazla tahribatı Sivas’dan Kütahya ve Afyon’a kadar geniş Orta-Anadolu bölgesinde ve Çukur-Ova’da yaptı. Çukur-Ova bölgesinin pek mühim bir kısmında bu hadiseden sonra XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar daha ekim yapılamadı. Hülasa, Celali hareketleri Anadolu’da gerek nüfusça, gerek arazice büyük boşluklar meydana getirdi. Bu arada her yerde eski büyük Türk ailelerinin de pek çoğu yok olup gitti.

 

            Celali hareketleri Ulu-Yörük (başlıca Sivas-Amasya bölgesi), Boz-Ok oymakları, Ankara Yörükleri, Konya bölgesinde yaşayan At-Çekenler gibi Orta-Anadolu’da yaşayan toplulukların da dağılmasına sebep oldu. Bu hareketlerin nispeten son bulduğu zamanın hemen arkasından kışın Mardin’in güneyinde çölde başlayan ve yazın Erzurum-Erzincan arasında yaylalarda yaşayan eski Ak-Koyunlu elinin kalıntısı Boz-Ulus da Orta Anadolu bölgesine çıkageldi (1613). Hükümet Boz-Ulus’un Anadolu’ya gelmelerinden memnun olmadı ve Anadolu ve Karaman beğlerbeğlerine emr-i şerifler göndererek Boz-Ulus’un eski yerine yollanmasını istedi. Fakat emir hiçbir zaman tatbik edilmedi ve Boz-Ulus orta Anadolu’da kaldı. Adalar denizi kıyılarına ve Balıkesir taraflarına kadar gittiler ve oralara yerleşip kaldılar. Orta ve Batı Anadolu’da Türkmen adlı oymakların görülmesi Boz-Ulus’un gelişi ile ilgilidir.

 

            İkinci Viyana kuşatması üzerine Avusturya ve müttefikleri ile başlayan harbi uzamasından asker sıkıntısı çekilmeye başlanmıştı. Evvelce Türk oymaklarına ordusunda yer vermeyen devlet, 1690 yılında Avusturya’ya yapacağı sefer için Türkmenler’den de asker istedi. Boz-Ulus, Haleb Türkmenleri, Yeni-il, Dulkadırlı ve diğerleri bu sefere katıldılarsa da Salankamen savaşında (Ağustos 1691) top ateşine dayanamayarak savaş meydanından uzaklaştılar.

 

            Aynı yılda devlet tarafından Türkmen oymaklarının tahribe uğramış bölgelerde yerleştirilmesi işine girişildi. Orta-Anadolu’ya gelmiş bulunan Boz-Ulus, dört kümeye ayrılmıştı. Birinci küme Ankara’nın güney-doğusundaki Bala kazası dahilinde ve buna komşu yerlerde yaşıyordu. Bu kolun başında Tabanlu boyu bulunduğu için Boz-Ulus’un bu koluna Tabanlu mukataası adı verilir. Bu kolu idare etmiş olan beğ ailesi Bala’nın üç-Em köyünde oturmuş olup, nesli bu güne kadar devam etmiştir. Boz-Ulus beğlerinin mahalli idareciler ve merkez ile ilgili yazışmalara dair pek çok vesikadan müteşekkil zengin arşivi, aile nezdinde olmak üzere zamanımıza kadar gelmiştir.

 

            Boz-Ulus’a bağlı Karaca Kürd Türkmen oymağı ile yine Türkmen Kurudlu ve başka bazı oymaklar Kır-Şehir’de yurd tuttukları gibi bu ele mensup birkaç oymak da Nev-Şehir ve çevresinde yerleştiler.

 

            İkinci Boz-Ulus kolu Akşehir-Ilgın çevresinde ve buna yakın yerlerde yurd tutmuşlardı. Bu kol başlıca Hamza-Hacılu, Avşar, Küşne, Şereflü, Danişmendlü ve diğer oymaklardan meydana gelmiştir. Üçüncü Boz-Ulus kolu Afyon ve Kütahya sancaklarında yaşıyor ve başlıca Oğul-Beğlü, Küçeklu, İzzeddinlu, Kürd-Mihmadlu ve Gündeşlü oymaklarından müteşekkil bulunuyordu. Bunlar da bu sancaklar dahilinde, onlardan bazı obalar da Balıkesir ve Saru-Han taraflarında oturak hayata geçtiler.

 

            Dördüncü Boz-Ulus kolu da Aydın sancağında sakindi. Bunlar da bu sancak dahilinde yerleşip kaldılar. Gerek Orta-Anadolu’da, gerek Batı-Anadolu’da bugün Türkmen adını taşıyan köylülerin çoğu Boz-Ulus’a mensuptur.

 

            1691 yılında devlet tarafından beş bölgede iskan hareketine girişilmişti. Bunlardan biri Danişmendlü adlı büyük Türkmen teşekkülünü Aydın, Balıkesir, Afyon, Isparta ve Denizli vilayetlerinde yerleştirmek işi idi ki, bunda başarı gösterilmiştir. Bu büyük Danişmendlü teşekkülünün bizim Boz-Ulus’a mensup olduğu anlaşılıyor.

 

            Dulkadırlı oymaklarından yirmi kadarı Çukur-Ova; Ayas, Berendi, Kınık bölgelerine yerleştirildi ise de başarılı bir sonuç alınamadı.

 

            Üçüncü iskan yeri de Haleb’in kuzey doğusunda, Menbiç’in batı ve güney batısındaki yöre idi, buraya da il Beğliler yerleştirildi. Fakat bu il Beğliler (Türkmenler arasında hatıraların telkin ettiği gibi) Sivas’ın güney batısındaki köylerde oturan ve oymak adını şimdide koruyan il-Beğliler değildir. Bu il-beğlileri Maraş-ilbeğlileri’dir. Anadolu da Türk iskanı böyle olmuştur. Yani bir oymak umumiyetle kışlağında nüfusu nispetinde köy veya köyler kurarak yerleşmiştir. Türkiye de böyle doğmuştur.

 

            XIX. yüzyılda, Çukur-Ova’da dere-beğlik idaresi devam etmekte idi. Osmanlı valilerinin hükmü belki çok defa Adana şehitlerinden pek ileri gitmiyordu. Bu dere-beğlerinin en kuvvetlisi, Kozan-oğulları olup, nüfus ve hakimiyetleri bu günkü Kozan, Kadirli ve Saim-Beğli yörelerini içine alıyordu. Kozan-Oğulları, adlarını ormanlık dağlarda oturduklarından alan Varsak Türkleri’nden idiler. Kozan-Oğulları her ne kadar kudretli dere-beğleri olmakla, idare ettikleri halktan farksız sade bir hayat sürmüşler ve çevrenin gelenek ve göreneklerine riayet etmişlerdir. Onların servet toplamaya ve mal edinmeye çalışmadıkları söylendiği gibi, Kayseri’ye ve diğer yerlere tahsile giden hemşerilerine maddi yardımda bulundukları da bildirilir. Bu gün dahi halk arasında onlara dair iyi hatıralar anlatılmaktadır. Diğer bir dere-beği ailesi de Payas yöresinin hâkimleri olan Küçük Ali Oğulları idi. Ünlü şair Dadal-Oğlu bu aileleri yörenin fatihleri ve Osmanlılar’dan önceki hâkimleri olan Özer-oğulları’da bağlıyorsa da bu husus çok şüphelidir. XVIII. yüzyılda Dulkadırlı ulusuna mensup Döngelelü, Ulaşlu, Çalışlu, Develü ve Kebelü gibi oymaklar Kurt Kulağı ile Burnaz köprüsü yöresinde yaşamakta idiler. Bunlar 1735 tarihinden birkaç yıl önce İslahiye taraflarında yaşayan Okçu-izzeddinlü oymağının yaylağı olan Gâvur dağına çıkıp devlete olan vergi borçlarını ödemekten kaçınmışlardı. İşte Fırka-i islahiyye’nin te’dip edip Osmaniye şehrinde ve civarında yerleştirdiği Gâvur dağının Türk sakinleri bu oymaklardan gelmektedir. Küçük-Ali Oğulları’nın da bu oymaklardan birine mensup olmaları muhtemeldir.

 

            Şair Dadal-Oğlu, Küçük-Ali Oğulları’nın samur kürklü ve hanımlarını da “İstanbul fesli” olarak vasıflandırmakla beraber Küçük-Ali Oğulları’nın, kudretlerine nisbetle, çok sade bir hayat geçirmeleri bir Avrupalı kadın seyyahı hayretler içinde bırakmıştı. Bu ailenin başlıca gelirini tüccardan ve hatta hac kafilelerinden aldıkları bac teşkil ediyordu.

 

            Dadal-Oğlu’nun Osmanlı’ya meydan okuduğu, sivri cıdalı Avşar yiğitlerinin sarıçiçekli yaylalara bir an önce varmak için acele ettikleri bir vakitte “Osmanlı tavşan avına araba ile gittiği” gibi, topu ve tüfeği ile ansızın çıka geldi. Gerçekten büyük âlim Cevdet Paşa’nın mülki idareciliğini, hemşehrisi Derviş Paşa’nın kumandanlığını yaptığı Fırka-i islahiyye 1865 yılında bu âlemi beklenmeyen bir süratle ortadan kaldırdı. Dere-beği aileleri oradan uzaklaştırıldılar. Oymaklarda yerleştirildiler. Bunlardan Tecirli ve Ceridler kışlak yurtlarında iskân olmayı isteyerek birinciler umumiyetle Osmaniye’de, ikinciler de Ceyhan kazası dâhilinde 12 köyde yerleştiler.

 

            Hükümetin Fırka-i islahiyye’yi göndermekteki asıl gayesi ise Çukur-Ovalılar’a daha iyi bir hayat sağlamak hususu ile değil, yabancıların karışmasından çekinmesinden ve şiddetle çekmekte olduğu asker sıkıntısını gidermek maksatları ile ilgili idi. XIX. yüzyılın ikinci yarısına gelinceye kadar Türkler’in devletin dayandığı asli unsur olduklarının Osmanlı hükümdarları ve devlet adamlarınca anlaşılmış bulunduğu hakkında elimizde hiçbir delil yoktur. Mezkür asrın ikinci yarısında Cevdet Paşa, Abdulhamid’in sadrazamı Said Paşa ve hatta Abdülhamid’in bu hususu “anlamış oldukları söylenebilir.” Ancak bu asırda Anadolu’yu gezen Avrupalılar, yoksul, fakat asil ruhlu ve namuslu olarak gördükleri Türk milletinin ölmekte, fena idareciler elinde mahvolmakta olduğunu söylüyorlardı. Yine bu seyyahlara göre, aynı ülkede yaşayan Hristiyanlar ise müreffeh bir hayat sürmekte, Türkler’in nüfusunun azalmasına karşılık onlarınki gittikçe çoğalmakta idi.

 

            Filhakika Rumlar’ın ve Ermeniler’in bilhassa XIX. yüzyılda Anadolu’da daha önce bulunmadıkları yörelerdeki şehir, kasaba ve köylerde yerleşmişlerdir. Bu çok önemli olay henüz mütehassıslarca da bilinmiyor. Gayrı Müslimlerin bu yerleşme haraketleri çok geniş ölçüde yapılmıştır. Yalnız Marmara bölgesindeki Ermeniler’in oturdukları köyler ve bu bölgedeki Ermeni varlığı bir iki asır önceye (en erken: XVII. yüzyıl) ait olabilir. XVI. yüzyılda yazılmış tahrir defterleri ile XX. yüzyılın başlarındaki umumi kaynakların karşılaştırılması ile bile bu gerçek bütün ayrıntıları ile çok açık bir şekilde meydana çıkarılabilir.

 

            Diğer bir husus da şehirlerde oturan Gayri Müslimlere, başka yerlerden gelen kavimdaşlarının katılmalarıdır. XVI. yüzyıldan beri görülen bu katılmalar şehirlerdeki azınlıkların nüfuslarının artışında en önemli etken olmuştur. 1615 yılında Maraş şehrinde 20 Ermeni ailesi vardı. Hâlbuki 1914 yılında aynı şehirde 8000 kadar Ermeni nüfusu olduğu bildirilir. Yine aynı yüzyıldaki Avrupalı seyyahlar Anadolu’da şehir ve kasabaların ekserisinde ticaret ve sanatın Hıristiyanlar elinde bulunmasını, Türkler’in bu mesleklere itibar etmemeleri ile izah ederler. Bu izah şekli bu durumun eskiden beri böyle olduğu zannını verdirebilir. Halbuki, bilindiği üzere, XIII. ve XIV. yüzyıllarda Anadolu şehir ve kasabaları, reislerine ahi denilen esnaf cemiyetleri ile dolu idi. Bunlar ne oldu? Neden ehemmiyetlerini kaybettiler? Bu suallere henüz kesince cevaplar verilemiyor. Muhakkak olarak bildiğimiz bu husus var ise, o da XVI. ve XVII. yüzyıldaki Celali hareketlerinin XIV. yüzyıldan beri sürüp gelmekte olan Anadolu’daki içtimai düzeni ortadan kaldırdığıdır. Bu hareketlerden sonra Anadolu büyük istilalara uğramış memleketlerden daha korkunç bir manzara arzediyordu; devlet de eski kuvvet ve kudretini kaybetti ve bunu bir daha elde edemedi. Müteakip asırlarda imparatorluğun asıl dayanağı ve anavatanı olan bu ülkede bir taraftan kıtlıklar ve salgın hastalıklar, diğer taraftan da uzun süren harpler yüzünden açılmış olan yaralar bir türlü kapanmadı. Cezayir, Tunus ve Tarablus gibi yerler için vakit vakit Anadolu’nun en babayiğit gençleri devşirilip götürülüyor, binlerce Türk genci-mühim bir kısmı veya çoğu bir daha dönmemek üzere- Yemen’e gönderiliyordu. Hülasa Osmanlı, Anadolu’nun insanını ve servetini görülmemiş bir israfla tüketti. Edirne ve Manastır’da olmak üzere, Rum-ili’nde iki, Şam ve Bağdad’da birer askeri idadi olmasına karşılık Sivas’tan İzmir’e kadar koskoca Anadolu bölgesinde bir tek askeri mektep yoktu. Neticede Türk milleti maddeten telafisi imkânsız kayıplar verdi; hatta belki manevi hasletlerinden bazıları zayıfladı, yani türesi za’fa uğradı.

 

            Türk oymaklarının Anadolu’da yerleşik bir Türk topluluğu teşekkül etmezden önce taşıdıkları önem üzerinde söz söylemek şüphesiz fazladır. Anadolu’yu onlar fethettiler. Buradaki yerleşik Türk halkını onlar meydana getirdiler. Osmanlı hâkimiyeti Türk oymaklarının siyasi rollerine son verdi. Ancak onlar, siyasi bir kuvvet olarak ehemmiyetlerini tamamıyla kaybetmediler. Nitekim imparatorluğun çöküntü devrinde Anadolu’da zuhur eden Kara-Osman oğulları, Çapan oğullar, Kozan-oğulları, Küçük Ali oğulları, Melemenci oğulları, Maraş’taki Bayezit oğulları ve diğer birçok aileleri onlar çıkardılar. Eğer Osmanlı devleti yıkılsa idi, Anadolu’ya oymaklardan çıkan bu aileler sahip çıkabilirlerdi. Tıpkı Selçuklu devletinin zayıflaması sonucunda ortaya çıkan ve Beylikler devrini yaratan hanedanlar gibi.

 

            Ancak Türk oymakların Osmanlı devrinde asıl oynadıkları mühim rol, imparatorluğun ağır yükünü üzerinde taşıyarak pek yıpranmış, bitkin bir duruma düşmüş bulunan Anadolu’daki yerleşik Türk halkını daima maddeten ve manen takviye etmek suretiyle onun daha fazla zafa uğramasını ve hatta kendi yurdunda dahi varlığının tehlikeli bir duruma düşmesini önlemiş olmasıdır. Tarafımızdan Türk oymaklarının araştırma konusu olarak ele alınmasının başlıca sebebi de budur.

...

  • b-facebook
  • Twitter Round
  • Instagram Black Round
bottom of page