top of page

  C. SELÇUKLU DEVLETİNİN KURULUŞU :

            Selçuklu devletinin kuruluşu, Oğuz Türkleri’nin tarihinde pek mühim bir dönüm noktasıdır. Bu devletin kurulması ile islam’ın siyasi hakimiyeti Oğuzların eline geçtiği gibi Anadolu ve ona komşu ülkelerde onların yurdu olmuştur. Oğuz Türkleri, Yakın Doğu İslam dünyasının bilhassa X. yüzyılın başlarından itibaren siyasi bakımdan zayıf bir duruma düşmesinden faydalanarak adım adım ilerleyen Bizans’ı geri atmakla kalmamış, onun asıl dayanağı olan Küçük Asya’yı fethetmek sureti ile bu devletin çökmesinde ve yıkılmasında amil olmuştur.

 

            Selçuk, Oğuzlar’ın Kınık boyuna (şüphesiz bu boyun bey ailesine) mensuptur. Oğuz boylarının siyasi ve içtimai mevkilerine göre yapılan Cami üt-tevarih’teki cedvelde Kınıklar 24. yani en sonuncu sırada gösteriliyor. Buna bakarak hüküm vermek gerekirse Kınıklar, Oğuzların en eski tarihlerinde pek mühim bir rol oynamamış olacaklardır.

 

            Selçuklular’ın Horasana Gelişi;

            Mayıs 1035 ayında Selçukluların Horasana geldikleri bildiriliyordu. Selçukluların devletlerini Horasan’a getirmiş oldukları görülüyor. Selçuk’un hayatta kalan biricik oğlu Musa, beygu yani yabgu unvanı taşıyordu. Daha önce yazıldığı gibi Musa’nın oğlu Yusuf evvelce Selçuklu Oğuzları’nın başı olan inanç Beygu unvanı ile anılmıştır. Fakat Musa’nın şeklen de olsa Selçukluların başı olduğuna dair bir delil yoktur. Musa Beygu, Muhammet Tuğrul Bey ve Davud Çağrı Bey Horasan divan Reisi Suri’ye bir mektup gönderdiler. Bu mektupta Selçuklular kendilerini halifenin Mevlaları (tabileri) olarak zikrediyorlar ki, dikkate değer. Bu vasıflandırma ile onlar herhalde kendilerinin kuvvet ve devlet sahibi kimseler olduklarını göstermek istiyorlardı. O zamanlarda irili ufaklı bütün hükümdarların kendilerini bu şekilde vasıflandırdıklarını biliyoruz. Selçuklular mektupta Horasan’a gelmelerine yol açan sebepleri kısaca zikrettikten sonra içlerinden biri daima sarayda bulunmak üzere Sultan’ın hizmetine girmek istediklerini, buna karşılık Nesa ve Ferave vilayetlerinin kendilerine dirlik olarak verilmesini buna karşılık Balhan dağından, Dihistan’dan, Harizm sınırından ve Ceyhun tarafından gelebilecek akınları önleyeceklerini, Irak ve Harizm Türkmenlerini de kovacaklarını bildirdiler. Selçukluların istedikleri Nesa ve Ferave bugün Kızıl Arvat (Kızıl Ribat) vilayetleri göçebe hayata elverişli olduğu gibi, kendi emniyetleri bakımından da onlar için pek uygun yerler idi. Çünkü, Nesa ve Ferave şehitleri çölün başladığı yerde bulunuyorlardı. Onlar çoluk çocuklarını, göçkünlerini, davarlarını herhangi bir tehlike anında çöle götürecekler, sıkıştıkları zaman kendileri de oraya sığınacaklardı. Nitekim çölün onları en muhkem kalelerden daha iyi bir şekilde koruduğu aşağıda görülecektir. Diğer taraftan Balhan’da, Mangışlak’da ve Seyhun boylarında Oğuz kümeleri ile de kolayca temas ve münasebet sağlamış olacaktır.

 

            Selçukluların Horasan’a gelmeleri büyük bir heyecan ve kaygı yarattı. Bir Gazneli devlet adamı haberi duyunca “Horasan elden gitti” diye bağırmış, vezir “Ahmed b. Abd us-Samed ise, Irak Türkmenleri’ni kastederek, bugüne kadar işimiz çobanlar ile idi, şimdi ülke zapteden emirler geldiler” demiştir. Sultan Mesud’a gelince, o da bu gelişin küçümsenecek bir

hadise olmadığını çok iyi takdir etmişti. Sık sık söylediği “10.000 Türk atlısı” sözü ile onlara hal bakımdan ehemmiyet verdiğini gösteriyordu.

 

            Mesud vezirin durumun iyice anlaşılması için biraz beklemesi teklifini, çok defa yaptığı gibi kabul etmedi; kumandaların da kendisini desteklemesiyle Hacib Beg-Doğdu kumandasında 17.000 kişilik çok iyi donatılmış bir orduyu Selçuklular’ın üzerine yolladı. Bu ordu Selçukluları Horasandan çıkaracak idi. Selçuklular Gazneli ordusunun üzerlerine geldiğini duyduklarında herhangi bir heyecan ve telaşa kapılmadılar. Çünkü müracaatlarına böyle bir cevapla mukabele edileceğini de düşünmüşlerdi; bu sebeple ihtiyatlı ve hazırlıklı idiler; silahları iyi olmamakla beraber maneviyatları yüksek idi. Her bakımdan mükemel bir surette donatılmış olan Gazneli ordusunda filler de vardı. Bu kuvvete başkumandan Beğ Doğdu da dahil olmak üzere herkes Türkistan’ı fethetmeye muktedir bir ordu gözü ile bakıyordu. Fakat Nesa yöresinde yapılan karşılaşmada bu şekilde vasıflandırılan Gazneli ordusu ağır bir bozguna uğradı ve bütün ağırlıklarını da kaybetti (19 Şaban 426-  29 Haziran 1035). Selçuklular Gazneli ordusunu bozkırlarda çok uygulanan pusu kurmak usulü ile yenmişlerdi. Bu savaşta bundan sonrakilerde olduğu gibi en mühim rolu Çağrı Bey (Davud) oynadı.

 

            Nesa Savaşı, Selçuklular için maddeten ve manen mühim kazançlar sağladı. Gazneli Devleti Dihistan’ı Çağrı Beğ’e, Nesayı Tuğrul Beğ’e ve Ferave’yi de Musa Beygu’ya veriyordu. Buna karşılık onlar Sultan’a tabi olacaklar ve hatta içlerinden biri daima Sultan’ın katında bulunacaktı. Fakat Selçuklular bu barışa ehemmiyet vermediler ve onu ciddiye almadılar. Hatta yapılan barışla ilgili olarak Selçuklular’a hil’at, menşur, sancak, külah ve Türk geleneğine göre, eğerli at ve altın kemer getiren Gazneli elçisi, onların Gazneli devleti hakkında alaycı konuşmalar yaptıklarını ve hilatları yere attıklarını duymuştu. Gerçekten bu yenilginin öcü alınacağı yerde, hemen barışa yanaşılması Gazneli Devleti’nin şeref ve itibarını kırmış ve Sultan Mes’ud’un zayıf bir şahsiyet olduğunu iyice meydana koymuştur.

 

            Selçuklular’ın bu zaferden sonra idareleri altında bulunan Oğuz kümesinin muhtelif yerlerden gelen oymakların katılması ile çoğaldığı muhakkaktır. Nitekim Irak Oğuzları’ndan bir bölüğün onlara katılmış olduğunu biliyoruz. Bu Selçuklu başarısına müvazi olarak, Yağmurlu ve Kızıllı Oğuzlar’ı ile Balhan Türkmenleri de Rey bölgesine hakim olmuşlardır. Selçukluların Horasan’a gelmeleri ve bir kısım sınır bölgelerini işgal etmeleri ile Balhan ve Ceyhun yolları açılmış ve buradan Horasan’a Türkmenler gelmeye başlamıştır. Irak Oğuzları’da 428 (1037) yılında şüphesiz Selçukluların Horasan’da kazandıkları başarılardan cesaret alarak harekete geçtiler.

 

            D. SELÇUKLULAR DEVRİDE OĞUZLAR (TÜRKMENLER) :

 

            Çağrı Bey, Gazneliler’e karşı başarılı savaşlar yapıp onların elini tamamen Horasan’dan kesti. Kara Hanlılar’a da galip gelerek bu hanedan ile iyi bir barış yaptı. İsyan eden Harizm hakimi cezalandırıldığı gibi, o taraftaki Kıpçaklar’ın beyini de Müslüman etti ve onunla dünürlük kurdu. Kardeşi Tuğrul Bey’in Rey’e gitmesinden sonra bütün Horasan kendisine kaldı. Bundan başka Kirman da oğullarından Kara Arslan unvanlı Kavurt Bey’in elinde bulunuyordu. Çağrı Bey görüldüğü gibi birinci sınıf bir kumandan, siyasi meselelerde isabetli rey ve fikre sahip dirayetli bir siyaset adamı olmasına rağmen, hükümdarlığı zamanında fazla ihtiraslı bir insan olarak görülmüyor. Halbuki başarılarını da ileriye götürebilirdi. O bozkırlardaki sıkıntılı hayatlarını daima hatırlayarak yükseldiği mevkiden duyduğu memnuniyeti ifade etmiştir. Çağrı Bey 70 yaşlarında vefat ettiği zaman (ölm.1059) başta Alp-Arslan olmak üzere birçok oğlu ve halife ve hükümdarlar ile evli birçok kızı vardı.

 

            Selçuklu ailesi tarafından başları kabul edilen Tuğrul Bey 1055 yılında halifenin ısrarlı daveti üzerine Bağdat’a haraket etti. Halife Selçuklu hükümdarına üst üste 7 hil’at giydirdi ki bu, 7 iklimin yani dünyanın hakimiyetinin kendisine tevcihi demekti. Halife ayrıca Tuğrul Bey’e “doğunun ve batının Hükümdarı” (Melik ul-maşrik ve’l-mağrib) ünvanı ile hitap etti ve bunu ifade etmek üzere ayrıca iki kılıç kuşattı. Bu, İslam aleminin cismani hakimiyetinin resmen Türk Hükümdarına tefvizi idi ki, o zamana kadar hiçbir kimseye böyle bir şey yapılmamıştı.

 

            Fakat bu sırada üzücü, kaygı verici bir haber geldi. Buna göre Musul’dan Hemedan’a dönen kardeşi İbrahim Yınal Oğuzların mühim bir kısmını etrafına toplayarak isyan bayrağını kaldırmıştı. Rey civarında Heftaze Bulan’da yapılan savaşta İbrahim Yınal yenilerek esir düştü. Tuğrul Bey bu sefer ana bir kardeşini affetmedi, çünkü kendisine sıkıntılı ve ızdıraplı günler yaşatmıştı. İbrahim Yınal, Türkler’de asil kimselerin kanlarının dökülmemesi geleneğine uyularak yayının kirişi ile boğuldu. İbrahim’in kardeşi Er-Taş’ın oğullarından ikisi de öldürüldüler. (9 Cuma-de’l ahire 23 Temmuz.1059) işte Selçuklu hanedanı arasındaki mücadelelere ait ilk hazin hadise budur. İbrahim Yınal “Yınallı” denilen Oğuz bölüğünün başında, Selçuklu devletinin kuruluşunda emeği geçmiş bir Prens idi. Oğuzlar’ın Tuğrul Bey’e kızgınlığı ve saltanat hırsı onu hiç de layık olmadığı bu akibete götürdüğü.

 

            İki kardeş arasındaki bu mücadele esnasında Arslan ul-bes-asiri de yanındaki Türkler ve Araplar ile Bağdad’a girmiş, halife, sarayı yağmalandıktan sonra, yakalanıp çöle götürülmüştü. Bağdad’ta ve Irak’ın diğer bazı yerlerinde ilk ve son defa olarak Mısır halifesi adına hutbe okundu. Tuğrul Bey, ağabeyi Çağrı Bey’in ölümü üzerine (Mart, 1060) yeğenlerinin işlerini yoluna koyduktan sonra Irak’a yöneldi. Halife, makamına iade edildi ve Arslan da ortadan kaldırılarak Irak’ın işleri düzene sokuldu. Bundan sonra ülkesine dönem Tuğrul Bey’in zevcesi Altuncan öldü. Bu hatun akıllı ve Tuğrul Bey’e çok bağlı idi. Kocasına işlerinde yardım ediyordu. Bu sebeple Tuğrul Bey çok kederlenmiş ve onun için yas tutmuştu. (452-1060) bir müddet sonra Tuğrul Bey Halife’nin kızı ile evlenmeye talip oldu. Halife el-Kaim Biemrillah, Tuğrul Bey’in isteğine ilk önce muvafakat etti ise de sonra verdiği sözden döndü. İki taraf arasına soğukluk girdi. Selçuklu hükümdarı Halife’nin dirliklerine el koydurttu. Halife de onu Bağdad’tan çıkıp gitmekle tehdit ediyordu. Halifenin sonradan reddetmesi Abbasoğulları’nın, Peygamberin akrabaları dolayısıyla sıfatıyla, kendilerine kutsiyet atfetmeleri ile ilgili idi. Gerçekten halifeler o zamana kadar aileden olmayan bir kimseye, galiba kız vermemişlerdi. Fazla olarak halife kızını çok seviyordu. Tuğrul Bey’e gelince, o bu izdivaç ile sadece şereflenmek istiyordu. Peygamber ailesinin güveyisi olmak ona daha fazla şan, şeref ve bahtiyarlık verecek idi. Kendisinin ağır basması üzerine nihayet halife istemeye istemeye buna razı oldu. Tuğrul Bey bu sırada 70 yaşında bulunuyordu. Bağdat’ta muhteşem bir düğün yapıldı. Halife kızının ayrılmasından keder içinde iken Selçuklu Hükümdarının sarayın avlusunda Türkçe şarkılar söyleniyor ve Tuğrul Bey, yetmiş yaşında olmasına rağmen Türk geleneğince, beyleri ile birlikte milli oyun oynuyordu. Müverrihlerin tasvirine göre, onun beyleri ile birlikte oynadığı oyun halay veya ona benzeyen bir oyun olacaktır. Gazneli Mes’ud’un 25-30 yıl önce bir çöl kasabasını çok gördüğü bu Oğuz Beyi, şimdi İslam dünyasının en büyük hükümdarı ve halifenin güveyisi olmuştu. Fakat Tuğrul Bey’in bu sevinçli ve mutlu günleri çok sürmedi. Düğünden bir müddet sonra eski hastalığı tekrar baş gösterdi. Böyle olduğu halde, Bağdad’a gelişinden takriben iki ay sonra, hastalığı geçmeden ülkesine döndü. Onun bu durumda iken Bağdad’tan ayrılması, ülkesinde mühim bir hadisenin çıkmış olması ile ilgili idi. Bu ise Kutulmuş’un isyanıdır. Filhakika Tuğrul Bey’in veziri Amid ul-mülk Kündüri’nin Kutulmuş’u Damağan yakınındaki Gird-Kuh kalesinde kuşattığını biliyoruz. Bu esnada, düğünden yedi ay sonra Tuğrul Bey Rey’de vefat etti. (S.Ramazan 455 Cuma = 4 Eylül 1063) ve orada gömüldüğü; kendi adıyla anılan türbesi şimdi Tahran’ın bir semti haline gelen Rey’de bir evin avlusunda durmaktadır.

 

            Tuğrul Bey, dirayetli, doğru sözlü, iyi kalpli, yumuşak huylu, merhametli, merd, cesur ve cömert bir insandı. Bütün bu meziyetleri ile o, çevresindeki insanlar üzerinde etkili oluyordu. Ailesi içinde en fazla intibak kabiliyetine sahip insan da Tuğrul Bey idi. Bunun için Nişabur’un yağmasına engel olması bir misal olarak zikredilebilir. Çağrı Bey, Tuğrul Bey’e şehrin yağma edilmesini teklif ediyordu. Çünkü bu, bir gelenek idi. Böyle yapılmadığı takdirde Oğuzlar’ın kendilerinden yüz çevirmeleri, bir başkasının etrafında toplanmaları daima mümkündü. Halbuki bu yeni alem de bu gibi hareketler ile devlet kurmak ve idare etmek her zaman beklenirdi. Neticede Tuğrul Bey’in bıçak çekerek kendisini öldüreceğini söylemesi üzerine Çağrı Bey teklifinden derhal vaz geçti.

 

            Tuğrul Bey’in istediği gibi halktan 30.000 altın toplandı. Çağrı Bey bu parayı askerlere dağıttı. Başka bir kaynakta 40.000 altın deniliyor ve bu meblağın bir kısmının Tuğrul Bey’in kendi parası ile karşılandığı anlatılıyor. Çağrı Bey de yağmayı kendisi için istemediği gibi, görüldüğü üzere alınan parayı da askerlere dağıtmıştı. Onun Dendanekan zaferi üzerine ele geçen Gazneli ordusunun zengin ağırlığını askerlerine yağmalatmış, kendisi için hiçbir şey almamıştı. Tuğrul Bey’in icraatı bize onun gayelerinin nasıl geniş ve yüksek olduğunu gösteriyor. Temsil kabiliyetine sahip oluşu, değerli insanları takdir etmesi, başarılarının başlıca amilleri arasında sayılabilir. Aynı zamanda cömert ve dini emirlere riayetkar bir şahsiyet idi.

 

            Tuğrul Bey, kardeşi Çağrı Bey ile birlikte Oğuz Türkleri’nin tarihine yön vermiş büyük bir şahsiyettir. Ağabeyi ile birlikte büyük gayretler sarfederek yabancı bir ülkede bir devlet kurmaları ve bu devletin sınırlarının Bizans İmparatorluğuna kadar götürülmesi. Anadolu’nun fethini ve Oğuz Türkleri’nin bu ülkeyi Yurd edinmelerini sağlamıştır. Kurulan büyük devlet kendisi ile ağabeyinin eseridir. Onlar olmasa idi, idare ettikleri Oğuz kümesi, Uzlar, Irak Oğuzları ve Sultan Sancar’ı yenen Oğuzlar gibi dağılıp gidecekti.

 

            Tuğrul Bey’in çocuğu olmamıştı. Bundan dolayı vasiyeti üzerine veziri, ağabeyinin oğullarından Süleyman’ı hükümdar ilan etmiş ise de, kumandanlar ve askerlerin isteği üzerine ağabeyinin diğer oğlu Horasan hükümdarı Alp-Arslan ona halef olmuştur. Fakat Gird-Kuh kalesinde bulunan Arslan Yabgu’nun oğlu Kutulmuş, başına Türkmenleri toplayarak (sayılarının 50.000 olduğu söyleniyor) onun karşısına çıkmıştı. Yapılan savaşta Kutulmuş yenildi ve savaş meydanına yakın bir yerde ölü bulundu. Alp-Arslan tutsak alınan Kutulmuş’un kardeşi Tigin ve oğlu Mansur ile Türkmen beylerini öldürtmek istedi ise de vezir Nizam ul-Mülk buna engel oldu. Fakat Alp-Arslan, Kutulmuş’un ölümüne ağlamış ve yas tutmaktan da kendini alamamıştı.

 

            Alp-Arslan ile Tuğrul ve Çağrı beylerin devletleri bir idare altında birleşti ve SELÇUKLU DEVLETİ KUVVETLİ BİR İMPARATORLUK HALİNİ ALDI. Alp-Arslan amcasının evlendiği Abbasi seyyidesini armağanlar ile birlikte Bağdad’a gönderdi. Onun bu seyide ile evlenmemesinin ve kendisinden sonra gelen Selçuklu hükümdarlarının da halifelerden kız istememelerinin bir sebebi olmalıdır. Bu sebep de Tuğrul Bey’in izdivaçtan 6-7 ay gibi kısa bir zaman sonra ölmesinden, halifelerden baskı ile “kız almanın uğurlu olmadığı” şeklinde kuvvetli bir inanışın meydana gelmesi ile ilgili olmalıdır. Meşhur Bermek oğullarından Cafer’in akıbeti de bu hususta bir misal olarak hatıralarda yaşıyordu. Dikkate şayandır ki Emeviler de kendi ailelerinden olmayanlara kız vermemişlerdir.

 

            Alp-Arslan 1064 yılında Doğu Anadolu ve Gürcistan’a bir sefer yaptıktan sonra 1065-1066 yılında üst Yurt ve Mangışlak taraflarına gitti. Alp-Arslan, buradan Seyhun kıyısındaki Cend şehrine uzandı. Bunun da gayesi sadece büyük dedesi Selçuk’un kabrini ziyaret etmekti. Alp-Arslan’ın büyük dedesi Selçuk’un kabrini ziyaret için Cend’e kadar gitmesi, onun şüphesiz atalarına karşı duyduğu sevgi ve bağlılığı gösterir.

 

            Alp-Arslan devrinde, Bizans topraklarına yapılan akınlar sıklaşmış ve şiddetlenmişti. 1070 yılında Fatimi halifesinin veziri, Mısır’ı teslim edeceğini bildirerek Selçuklu Hükümdarını bu ülkeye gelmeye teşvik etti. Bunun üzerine Alp-Arslan Diyarbekir tarikiyle Suriye’ye gitti. Bunu haber alan Halep hükümdarı Mirdas-oğlu Mahmud, Halep kadısını Sultan’a karşılayıcı gönderdi. Fırat’ı geçtiği esnada zeki ve bilgili Arap, Alp-Arslan’ı memnun eden şu sözleri söyledi “Ey efendimiz, Ulu Tanrı’nın bu teveccühüne şükrediniz. Çünkü bu ırmağı bir Türk hükümdarı olarak ilk defa siz giçiyorsunuz.”

 

            Alp-Arslan Halep önüne kondu. Şehrin hakimi Mirdas-oğlu Mahmud korkusundan Sultan’ın huzuruna gelemediği için Halep bir müddet muhasara edildi. Güç bir duruma düşen Mirdas-oğlu en sonunda Oğuzlar gibi giyinerek yani Oğuz kılığına girip Alp-Arslan’ın katına geldi. Affa nail olup Halep yine kendisine verildi. Alp-Arslan buradan Dimaşk’a (Şam) doğru haraket etmiş ve bir günlük yol gitmiş idi ki Bizans İmparatoru Romanos Diogenes’in muazzam bir ordu ile sefere çıktığı haberi geldi. Bunun üzerine Alp-Arslan imparatoru karşılamak için sür’atle geri döndü. İki hükümdar 26 Ağustos 1071 de Malazgird’te Rahva Ovasında karşılaştılar. Bizans ordusunun sayısı Türk ordusunun kinden çok fazla idi.

 

Alp-Arslan Türk usullerinden birini tatbik ederek Bizans ordusunu görülmemiş bir yenilgiye uğrattı. Savaş esnasında Bizans ordusunda bulunan Peçenekler’in ve Oğuzlar’ın (Uz-Guzz), bir kısmı veya hepsi soydaşlarının tarafına geçtiler. Bu geçmede, daha önce de belirtildiği gibi milliyet duygusunun amil olduğu şüphesizdir.

 

            Malazgird savaşı Anadolu’nun Türkler tarafından fethini sağlamış ve burası Oğuz Türkleri’nin yurdu olmuştur. Alp-Arslan ertesi yıl doğuda, Ceyhun taraflarında beklenmeyen bir ölümün kurbanı oldu (1072). Çağdaşları, Alp-Arslan’a tarihte gelip geçmiş en büyük hükümdarlardan biri nazariyle bakmışlar, onu kudret haşmetin en büyük mümessili saymışlardır. Asıl adı Muhammed olup, Alp-Arslan onun unvanıdır. O, aynı zamanda Adil Sultan ünvanı ile de anılır. Esasen kardeşlerinden Kavurd da “Kara-Arslan Beğ”, halife el-Kaim Biemrillah’ın karısı olan kız kardeşlerinden Hatice’nin de Arslan Hatun ünvanını taşıdıklarını biliyoruz. Alp-Arslan’da birinci sınıf insanlara mahsus büyük meziyetlerden başka mensup bulunduğu kavmin davranışları hakim olduğu gibi, kavmi şuura sahip bir hükümdar olarak da görülüyor.

 

            Alp-Arslan’ın Türklük şuuruna sahip bulunduğunu ve Türklüğü övdüğünü biliyoruz. Bazı Avrupalı araştırıcıların yarı Araplaşmış bir emir gibi gördükleri Suriye hükümdarı Nureddin Mahmud, Mısır Fatimi halifesine gönderdiği bir mektupta Müslümanlığın Haçlılar’a karşı ancak Türkler’in okları sayesinde müdafaa edilebildiğini bildirmiştir.

 

            Alp-Arslan’ın oğlu Melik-Şah devri (1072-1092) Selçuklu imparatorluğunun en fazla genişlediği bir devirdir. Selçuklu imparatorluğu hudutları bu devirde Seyhun’dan, Adalar Denizine kadar uzanıyordu; Kara-Hanlılar imparatorluğa tabi bulunuyordu. Bu devirde, bilhassa Kutulmuş’un oğulları (Mansur ve Süleyman) ile birçok Oğuz beyi Anadolu’nun fethine girişerek 10 yıl içinde bu ülkenin Adalar Denizi ve Boğaziçi’ne kadar uzanan pek büyük kısmını fethettiler.

 

            Melik-Şah devri, Müslim ve gayri Müslim müelliflerce bir adalet devri olarak vasıflandırılır. 1092 de Melik-Şah’ın ölümü üzerine bu devir sona erdi.

 

            XIII. yüzyıldan itibaren oğuzlara artık her yerde Türkmen denilmiştir.

 

            Selçuklu devletini kurdukları gibi, onun hudutlarını da genişleten Oğuzlar oldular. Devletin kurulması üzerinde anayurttan bölük bölük, küme küme gelen Oğuzlar, devlet tarafından Bizans ucuna gönderiliyordu. Bu bilhassa onların karışıklık çıkarmalarını önlemek için yapılıyordu. Ayrıca bu tedbirde otlak sıkıntısına meydan vermemek hususu da söz konusu idi.

 

            İslam hanedanlarının hassa ordularını Türk memluklarından teşkil etmeleri meselesine gelince, bu onların kolayca tedarik edilebilmelerinden değil, askerliğin gerektirdiği başlıca vasıfların taşımalarından ileri geliyordu. Nitekim Mısır’da en pahalı satın alınan memlüklerin Türk soyundan olduklarını biliyoruz. Türkler mükemmel biniciler olup, at üstünde arkaya bile maharetle ok atmakta ve kargı kullanmakta idiler; fazla olarak iklim şartlarına mütehammil, disipline alışkın, cesur ve soğuk kanlı ve müverrihlerin ifadesi ile savaşlarda dünyanın en sabırlı insanları idiler. Biricik kusurları olarak gece savaşlarında, diğer bazı kavimlere nazaran, daha az başarılı oldukları söylenir. Bu da onların geceleri cin (çıvı) çarpmasından korkmalarından ileri gelmiştir. Ortak hususları belirttikten sonra şimdi onları, anayurtdakiler de dahil olmak üzere, ayrı ayrı incelemeye çalışalım.

 

            Maveraün-nehr:

            XII. yüzyılın birinci yarısında asıl Maveraün-nehr’de iki kalabalık göçebe topluluk yaşıyordu. Oğuzlar ve Karluklar. Bu topluluklardan her ikisinin de sıkıştırmalar sonucu buralara geldikleri şüphesizdir.

 

            Bu Oğuz kümesi her iki koldan oymaklar olduğu için, Boz Ok, Üç Ok adları ile iki kola ayrılıyordu. Oğuzlar Kara Hanlıların hizmetinde idiler ve hanlar münasebetlerinin de iyi olduğu biliniyor. Onlar, büyük bir ihtimal ile Buhara’nın kuzey doğusundaki topraklarda yaşamakta idiler. Bu Oğuzlar 1141 de Karluklar tarafından Horasan’a gitmeye mecbur bırakıldılar. Sultan Sancar’ı tutsak alan Oğuzlar işte bu Oğuzlar’dır.

 

            Horasan:

            Bu Oğuzlar, Horasan’a gelmeden önce Maveraün-nehr’de yaşıyor ve Karluklar gibi, Kara Hanlı hükümdarı Muhammed Arslan Han’ın (1101-1132) hizmetinde bulunuyorlardı. Bunların Seyhun boylarından Maveraün-nehr’e inmeleri Kanlı-Kıpçaklar’ın sıkıştırmaları ile ilgili olmalıdır. Bu oğuzlar üç-ok ve Boz Ok adıyla iki kola ayrılmakta idiler. Üç Okların başında Dad Bey ünvanlı Hızır oğlu, İshak oğlu Tuti (Dudu), Boz-Ok’larındakinde de Abdulhamid oğlu Korkut Bey vardı. Horasan’ın geniş bir kısmına hakim olan Oğuzlar’ın sadece cesur savaşcılar değil, savaş usullerini bilen ve onları maharetle uygulayan insanlar oldukları görülüyor. Ancak başlarında Selçuklu ailesi gibi dirayetli bir aile olmadığı veya içlerinden devlet adamı vasıflarına sahip bir kimse çıkmadığı için zaferlerinden gerektiği gibi faydalanamamışlar ve bir devlet kuramamışlardır. Beyleri yapılan geniş ölçüdeki yağmalar için fazla kınamaya hakkımız yoktur. Çünkü buyruklarındaki Oğuzlar’ın kendilerine bağlılıkları bu husus ile yakından ilgilidir. Beylerin başlarında bulundukları topluluklar üzerlerindeki nüfuzları hudutsuz değildi. Türk tarihinde görülen vakıa şudur ki doyumluk yani ganimet varsa ne güzel, yoksa bağlılık ve itaat ortadan kalkıyor ve han, sultan, bey mevkiini koruyamıyor.

 

            Anadolu:

            Malazgirt savaşını takip eden 10 yıl içinde Türkler Adalar denizi ve Marmara’ya kadar olan yerleri fethettiler. Fakat Asrın sonlarında başlayan Haçlı seferleri yüzünden başta Batı-Anadolu ve Marmara bölgeleri olmak üzere fethettikleri yerlerin mühim bir kısmını kaybedip orta Anadolu’ya çekilmek zorunda kaldılar. Haçlı seferleri dolayısıyla kuvvetlenen Bizans, Türkleri Orta-Anadolu’dan da atak ümidine kapılmıştı. Ancak II. Kılıç-Arslan (1155-1192) 1176 da Bizanslıları ağır bir bozguna uğratarak bu ümidi tamamıyla suya düşürdü. Türkler bu zaferden sonra yavaş yavaş Bizans aleyhine toprakları genişletmeye başladılar. 1243 yılındaki Köse-Dağ bozgunundan önce kuzeyde ve güneyde denize ulaşılmış ve batıda Denizli ve Kütahya ötesine kadar gidilmişti. Güney’de Çukur-Ova’daki Ermeni krallığı ise vergi ve asker vermeye mecbur edilmiş olmakla beraber, bu krallık, Haçlıların desteği ile yine Tarsus’dan Nur Dağlarına kadar uzanan bölgeyi elinde tutabilmiştir.

 

            Türkiye Selçukluları ailesinin atası Arslan, Oğuzların yabgusu, yani kralı idi. Oğlu Kutulmuş da buna dayanarak saltanat davasına girişmiş ve Kutulmuş’un oğulları ise Anadolu’daki fetihlerini Oğuzlara dayanarak yapmışlardı.

 

            Oğuzlar veya Türkmenler, Selçuklu devletini kurdukları gibi, bu devletin genişlemesinde de başlıca rolü oynadılar. Daha devletin kuruluşuyla başlayan ve sonuna kadar devam eden hanedan azası arasındaki saltanat mücadelelerine, emirlerin isyanlarına, hükümdarlar ile kendi kavimleri arasında anlaşmazlıklara ve savaşlara rağmen, Türk hakimiyetinin devamlı olmasında onlar pek mühim bir amil oldular. Orta Asya’dan gelen göç dalgaları Türkmenleri sürekli olarak besliyor, varlıkları korumalarını sağlıyordu. Selçuklulardan başka, Fars’daki Salgurlular, Dinar ve Oğulları, Berçem Oğulları, Kıfçak Oğulları, Kara-Belililer, Yaruklular, Şumla oğulları, Bey-Tiginliler, Artuklular, İnal-oğulları, Toğan-Arslanlılar, Saltuklular ve Mengücüklüler’de kendilerinden (Türkmen asıllı) idiler. İran’da Selçuklu hanedanının ortadan kalkması onların siyasi ehemmiyetini gölgelememiş, belki de arttırmıştır.

...

  • b-facebook
  • Twitter Round
  • Instagram Black Round
bottom of page